Bugun...


HAYRİ BOSTAN: Balık Bilmezse Halık Bilir
Daha sonraları esen rüzgârları arkasına alıp ucuzdan kahraman olan bir arkadaşımız, elindeki sopayla koridorlarda başörtülü öğrenci kovalayan o öğretmenle çok sıkı arkadaş olmuştu. Adeta okulda onlar ne derse o oluyordu ve bu çok ağrıma gidiyordu. Baskı dönemlerinin akredite adamları şimdilerin gene akredite adamlarıydı.

facebook-paylas
Tarih: 10-08-2017 20:26
HAYRİ BOSTAN: Balık Bilmezse Halık Bilir

Kırk beş yılı aşkın bir hayatımızın geçtiği İzmit hatıraları anlatmakla bitmez elbette. Bin dokuz yüz seksenli yıllarda İzmit İmam Hatip Lisesini bitiren eski bir arkadaşımız öğretmenlik yaptığı Anadolu’dan gelmiş ve okulunu ziyaret etmiş. Birkaç fotoğrafla birlikte duygularını da paylaşmış. Bu bölümde ele alacağım konuyu onun yazdıklarından kesip aldığım şu cümlelerden esinlendim: “Müdürlerin fotoğrafları arasında yaklaşık olarak okulumuzda 15 yıl müdür baş muavinliği ve 15 yıl civarında da müdürlük yaparak okulla adeta sembolleşen ve okulun efsane ismi H. Ç.'i görmemek beni bir miktar mahzun etti. Vefa açısından şık bulmadım. Müdürlüğü vekâleten yapmışsa bile o fotoğrafların arasında olması gereken birisi bence okul tarihinin en iz bırakan ve en sembol ismi. Hasılı bu okulda gerek idareci olarak gerekse öğretmen olarak hizmet veren ve gerekse de bu okulda okuyarak mezun olan herkese selam ve saygılarımı sunuyorum.”
Bu ifadeler beni de hayli duygulandırdı.

Arkadaşımızın söz ettiği hocamız bu okulun geçmişinde neredeyse en zor dönemlerde öğretmenlik ve idarecilik yapmış bir isim.

12 Eylül darbesi olduğu zaman ben öğrenciydim. Okulu bitirdim, ilk atamam yapıldı ve göreve başladığım okulda o darbenin kötü izlerini birçok boyutuyla yaşadım. İlk defa o dönemde, okulda çıkardığımız bir yıllıkta yer alan bir ortaokul kız öğrencisinin basit bir yazısından dolayı soruşturma geçirdik ve öğretmenlik hayatımın ilk cezasını aldım. Haftalarca Selimiye Kışlasındaki askeri mahkemeye gidip gelmiştik. İktidarda Anavatan Partisi vardı. Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler’di.  Dinine, mukaddesatına bağlı bir insan olduğu için bakanı yıpratmak amacıyla her yolu deniyorlardı. Çalıştığım okuldaki bazı öğretmenlerin servis ettiği bu yıllık olayı nedeniyle hem okul müdürü, hem yıllıkta yazısı yayımlanan bir ağabeyimiz, hem de ben yargılanmıştık. Bakanlığa bağlı tahkikat komisyonu üyeleri darbecilere karşı olduklarından o komisyonda bana:” Hocam! Gitmek istediğin bir yer varsa seni oraya gönderelim. Öyle bir ceza verelim ki sizin için mükâfat olsun…” demişlerdi.

Yirmi sekiz şubat dönemini İzmit’te yaşadık. Bir yandan aile sorunlarımızla uğraşıyor, bir yandan da o dönemin meşum olaylarını yaşıyorduk. Televizyonlarda Ali Kalkancı, Fadime Şahin, Müslim Gündüz haberleri dönüyordu. Beş vakit namazını kılan dindar bir siyasetçi olan rahmetli Necmettin Erbakan başbakan olmuştu ve bunu bir türlü içlerine sindiremiyorlardı.

İmam hatip liselerinde bir başörtüsü dayatması yaşanıyordu. Öğrenciler değil derslere girmek, okulun bahçesine dahi başörtüleriyle sokulmuyorlardı. Sürekli müfettişler gelip gidiyorlardı ve adeta öküzün altında buzağı arıyorlardı. Milli Güvenlik derslerine giren komutanlar özellikle başörtüsü konusunda hiç taviz vermiyorlardı. Okulda da onlardan cesaret alan bazı kişiler, üzerlerine vazife olsun olmasın, ellerinde taşıdıkları sopalarla koridorlarda başörtülü öğrenci kovalıyorlardı. Biz öğretmenler de arada kalıyor, ne yapacağımızı bilemiyorduk. Aynı dayatmalar ilahiyat fakültelerinde ve bütün üniversitelerde sürüyordu. Kendilerine durumdan vazife çıkaran bu tipler de sık sık gerilimler yaratıyor, kurul toplantılarında ortamı geren çıkışlar yaparak varlıklarını belli ediyorlardı. Halk Eğitim ve benzeri yerlerde sık sık konferanslar düzenleniyor,  idare ve öğretmenlerin nezaretinde öğrenciler adeta uygun adım o konferanslara götürülüyorlardı. Konferans demek için bin şahit gerek bu zırvalarda akla ziyan konular anlatılıyor, dinleyenleri kışkırtan örnekler veriliyordu. Bir on kasım günü öğrencileri sükûnete davet eden bir öğretmen bana da sataşmış ve “siz zaten on kasıma karşısınız” gibi yakışıksız, çirkin sataşmada bulunmuştu. Onun bana sataşma nedeni sadece meslek dersleri öğretmeni olmamdı. Kendince bir varsayımla böyle davranabiliyordu. O öğretmene bir daha ne selam verdim, ne de gördüğüm yerde yüzüne baktım. Daha sonraları esen rüzgârları arkasına alıp ucuzdan kahraman olan bir arkadaşımız, elindeki sopayla koridorlarda başörtülü öğrenci kovalayan o öğretmenle çok sıkı arkadaş olmuştu. Adeta okulda onlar ne derse o oluyordu ve bu çok ağrıma gidiyordu. Baskı dönemlerinin akredite adamları şimdilerin gene akredite adamlarıydı.

İşte o karanlık günlerde okulumuzu son derece feraset ve beceriyle idare eden bir müdür vardı. Onun zamanında her konuda bir ciddiyet vardı. Mesela zümre toplantıları o zamanlar olması gerektiği gibi yapılıyordu. En güzel öğretmenler kurulu toplantılarını onun zamanında gördüm. Gündem görüşülür, görüşülen gündem maddesi geçtikten sonra o maddeye yönelik konuşmaya kalkışanı uyarır ve konuşturmazdı. Zümreler ilgili öğretmenlerin tam katılımıyla belirtilen saatte ve yerde yapılır, gerçekten kim ne söylemişse tutanağa o geçerdi. Kurul toplantıları da aynı şekilde yapılır ve bitirilirdi. Yıllık planlar paylaşılarak ya da başka okullardan kopya edilerek değil, bizzat görüşülerek yapılırdı. Branşımızla ilgili, ya da eğitsel kulüplerle ilgili her ne yapılırsa belge isterdi ve işlerin olması gerektiği gibi yürütülmesini isterdi. Ayrıca öğretmenler odası çok daha derli topluydu. Eşyalarını ortada ya da dolapların üzerinde bırakanlar uyarılırdı. Öğretmenlerin derslere zamanında girip zamanında çıkmaları denetlenir ve sağlanırdı. ”Hiç kimsenin bir dersi bir dakika kısaltmaya hakkı yoktur” derdi.
Öğretmenliği kafasına göre takılmak olarak algılayanlar, böyle alışmış olanlar bu durumlardan pek hoşlanmazlardı. Onun zamanında bir idareci ya da bir öğretmen, okulda yapılan sınavların sorularını birilerine çözdürecek, istediği kişilere istediği kişilerle servis ettirecek. Böyle bir şey asla düşünülemezdi. O işleri çok iyi yapanlar şimdilerde çok iyi yerlere geldiler. O da ayrı bir çelişki.

On yedi Ağustos Marmara depreminde hasarlanan pansiyon binasını usulüne uygun olarak güçlendirme yaptırdı ve hem pansiyon, hem de okul ana binasını belediye ile işbirliği yaparak çok güzel bir dış cephe boyası da yaptırdı. Yılların idarecisi olan bu insanın idarecilik gereği işim var deyip de derse girmediği vaki değildi. Belki çok önemli bir görüşme ya da programa katılma zorunluluğu olduğunda girmediği olmuştur; ama bunlar da enderdir. Onun derslerine gösterdiği ciddiyet ve verdiği önemin şahitleri öğrencileridir. Derslerine ve idareciliğine verdiği önem kadar giyimine kuşamına, oturmasına-kalkmasına da önem veren bir insandı.

28 Şubat döneminde imam hatiplerin ve bütün meslek liselerinin önü puan dezavantajıyla kesildiği için velilerin çoğu çocuklarını okuldan alıyorlardı. Bir kısmı başörtüsü dayatmasını sebep göstererek, bir kısmı da çocuğunun üniversiteye gitmesinin zorlaşacağı düşüncesiyle çocuklarını alıyorlardı. Okulun çok önemli bir şubesi elden çıktığı gibi merkez imam hatip lisesi de kapanmakla yüz yüze gelmişti. Okulu açık tutmak için köylerden öğrenci devşirmeye, burslarla, ücretsiz yatılılık sağlamak gibi promosyonlarla öğrenci çekmeye çalışıyorduk. Sudan bahanelerle ilköğretim müfettişleri gönderiliyordu ve onlar da okula sadece ve sadece kusur aramaya geliyorlardı.

Bu müdürümüz o dönemde vaziyeti ferasetle yöneterek hem okulu açık tutmayı başardı, hem de öğrencilere baskı yapılmadan eğitim öğretimin sürmesini, tatsız bir durum yaşanmamasını sağlamış bir insandı. Bir yanda jakoben idare baskısı, öte yanda vaziyeti tam anlamayan veliler ve öğretmenler.

Bu müdürümüz yaşadıklarını yazsa inanıyorum ki çok ilginç bir eser çıkar ortaya. Ben gerek 12 Eylül sonrası İstanbul’da yaşadıklarımız, gerekse burada 28 Şubat döneminde yaşadıklarımızı bizzat tanığı olarak yaşadığım için anlıyordum. Hani yukarısı bıyık, aşağısı sakal vaziyetiydi yaşanan.

Milliyetçi muhafazakâr bir partinin oy çokluğuyla iktidara gelmesi, büyükşehir ve ilçe belediyelerinin tamamını kazanması durumları tamamen değiştirdi.

Öğrencilerinin ifadesiyle öğretmenlik hayatında hiçbir zaman müfredat programı uygulamayan, kitap takip etmeyen, işi gücü nutuk atmak olan gösteriş meraklısı yakışıklı bir artist idareye geldi. Yıllardır bu şehirde öğretmen ve idareci olarak çalıştığı için oldukça iyi de bir çevresi vardı. Büyük bir hevesle işe koyuldu. Okul için o istiyor, kurumlar derhal yapıyorlardı. Okul hayli derlendi toparlandı. Başörtüsü yasağı bir süre daha sürdürülmekle beraber yavaş yavaş kalkmış oldu. Öğrenci talebi arttı, bu okulun bütün şubeleri müstakil imam hatipler olarak açılmaya başladı. Başka okullar da yapıldı, eğitim öğretime açıldı…

Bu yeni dönemin heyecan dolu yeni idarecisi ilk iş olarak okul ve pansiyonun dış cephe boyasını değiştirmek oldu. Öncekini de belediye yaptırmıştı, şimdikini de belediye yaptırdı. Önceki müdürden gözle görünür bir eser kalmasını istemiyorlardı anlaşılan. 28 Şubat döneminin olumsuzluklarının tek müsebbibi oymuş gibi, sanki bu okulun geçmişinde yaşanan bütün olumsuzlukların müsebbibi bu kara dönemlerin idarecisi arkadaştı. Öyle bir algı oluşturuldu. Yapılan en büyük haksızlık ve zulüm bence buydu ve bu güzide okulların yeni dönemi böyle bir yalan üzerine bina edilmiş oldu. Mezunlar derneğinin düzenlediği vefa toplantısına en büyük vefasızlık olarak bütün ricalarıma ve ısrarlarıma karşın bu insan davet bile edilmedi. Bu içerikte yapılan her toplantıya bir kahraman gibi, zaferler kazanmış bir şövalye gibi öncelikle o davet ediliyordu. O da yaptığı konuşmalarda karşısındaki insanları suçluyor, aşağılıyor, kendisini ve kendi yaptığı önemli işleri yüceltiyor yüceltiyordu. Kerameti kendinden menkul bir kahramandı o. Destekçileri de, birçokları liyakat ve yetke gözetilmeksizin bir yerlere getirilmiş şahsiyet fukarası şakşakçılardı. Velinimetlerini övmekten başka yapabilecekleri bir becerileri de yoktu.

Düzen böyle kurulmuş, sistem böyle işliyordu.
Benim itirazım tam da buraya olmuştur. Şimdilerde kendini kahraman gösterenler 28 Şubat dönemlerinde acaba bu okulu üç ay idare edebilirler miydi?

“Yiğidi öldür; ama hakkını ver” denilmiştir.

Bu dönemin anlayışı şu olmuştur: Biz bu işi nasıl yapıyorsak yaparız. Buna kimse karışamaz, eleştiremez, dil uzatamaz. Burada kral biziz. Bizi alkışlayanları yüceltiriz, eleştirenleri de analarından doğduklarına pişman ederiz…

Gerçekten de o ağabeyimizin döneminde bu kadar kurumlardan paralar toplanarak pahalı umre seyahatleri yapılamazdı. Çünkü birilerinden sağlanan maddi imkânların karşılığı bir gün yasa ve kural dışı isteklerle mutlaka geriye istenir.
Yapılan haksız uygulamalar huzursuzluk, tatsızlık-tuzsuzluk, başarısızlık, fitne ve fesat olarak mutlaka sahiplerine döner ve dönmeye de başlamıştır. Bütün imam hatipleri çatısı altında toplayan yılların sivil toplum örgütü bir kurum varken neden karşısına başka bir dernek çıkarmaya çalışıyor olabilirler? Başkanlığını ve üyeliğini yaptığımız sendikamıza bu önemleri kendilerinden menkul zevat neden üye bile değillerdir? Çünkü imam hatiplerin başına müdür olarak liyakatli, şahsiyetli, donanımlı kişileri değil, kendi adamları gördükleri, çoğu şahsiyet fukarası insanları getiriyorlar. Bu durum eninde sonunda ortaya çıkacaktır. Okulları babalarının çiftliği gibi yönetmeleri, envanteri, kaydı kuydu olmayan ve yüklü paraların döndüğü umre organizasyonlarında kimler neden görevlendiriliyor, hangi idareci eşi ve çocuklarıyla altı ayda bir bedavadan bu seyahatlere katılıyorlar? Elbette ortaya çıkacaktır. Çünkü “alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste”. Umre gibi kutsal bir olay bile yolsuzluklara alet ediliyorsa, müdür odalarının bitişiğine yapılan daracık zula yerlerin ne işe yaradığı da bir gün mutlaka sorulur bunlardan.
Ben de işimi yapmaktan değil yapamıyor olmaktan, yapamaz hale getirilmiş olmaktan yoruldum. Ve emekliliğimi istedim.

İstemedikleri öğretmeni yormak ve bezdirmek için öğrenciyi kışkırtan ve “bu adamı bunaltın, elinizden geleni yapın. Korkmayın, size hiçbir şey yapamaz. Olsa olsa dilekçe ile disipline verir. O dilekçeler de bana gelir” diyen ve öğrenciyi bu tür işlerde kullanan adamlar için ne söylenebilir ki? Biri bu yöntemlerle gelebileceği yere kadar geldi. Onun yetiştirdiği öteki de hocasının yolunda devam ediyor. Acaba “و مكروا و مكر الله و الله خير الماكرينsadece başkaları için mi geçerli ilahi kanundur?

Hz. Musa(as)’nın duasıyla bitirelim: “أَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَاء مِنَّا- İçimizden bir takım beyinsizler yüzünden hepimizi helak edecek misin (Allah’ım!)”






YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
FOTO GALERİ
YUKARI