Her ne kadar kendimizi hala çocuk sanıyorsak da hayli zamanın adamıyız. Geriye dönüp baktığımda başım dönüyor. Ne yoksulluklardan, ne çilelerden, ne zorluklardan geçerek bugünlere geldik. Ama hiçbir zaman, asla “keşke” dememeye çalışıyorum. Çünkü yaşadıklarımız, birleri her ne kadar itiraz etse de kaderimiz, alın yazımızdır. Rabbimizin bizim için takdirleridir. Şükürler olsun.
Yaşadıklarımızdan birçoğunun bugünün yaygın ifadesiyle “travma” olduğunu ben yeni f ark ediyorum. Bu travmaların ruhumuzda açtığı yaraları da bilemeyiz.
Yaşadıklarım sadece benim yaşadıklarım olsaydı bunları yazmak, anlatmak gereksiz olabilirdi. Ama öyle inanıyorum ki birçok insanın hayatı birbirine benzerdir. En azından ben öyle düşündüğüm için yazıyorum.
Şimdilerde moda deyimiyle “çocukluğunu yaşamak” deniyor. Biz her şeyden önce çocukluğumuzu yaşamadık geliyor bana. Ama bunu yazarken çocukluğumuzda oynadığımız oyunlar, yaptığımız oyuncaklar geliyor aklıma ve geri adım atıyorum.
Bizim oralarda lodos çok eserdi. Ve biz lodosu çok severdik. Hava ılık olurdu. Her taraf karlarla kaplıysa o karlar hızla erirdi. Ellerimizi kanat gibi iki yana açarak, esen rüzgâra yaslanarak koşmalarımız ne kadar mutluluk vericiydi.
Daha çocuk yaşlarda yapmamız gereken çok işler vardı. İnek gütmek, ot biçmek, odun taşımak, su taşımak, ineklerin ahırlarını temizlemek, sırtımızda değirmene mısır götürmek, öğütüp geri getirmek gibi işler. Okulların açılmasını iple çekerdik. Okula gitmeye can atardık. Çünkü bütün bu zor işlerden ancak okullar açık olduğu zamanlar kısmen de olsa kurtulabiliyorduk. Akşama eve gelince gene birçok iş bizi bekliyordu gerçi; ama alışıktık.
Sorumluluklarımızı biliyorduk. Suyu yakınımızdaki pınardan taşıyorduk. İneklerin önüne konacak otları yığınlardan çıkarıp önlerine taşımak, altlarını temizlemek, sütlerini sağmak, sağdığımız sütten buzaklarının[1] payını ayırıp bir kovaya koymak ve parmaklarımızı yavru buzakların ağzına koyarak o sütü emmelerini sağlamak, köpeğimizi beslemek, tavuklarımızı kümese toplamak bizim işlerimizdendi.
Köyümüzde elektrik yoktu. Radyo ya da televizyon yoktu. Geceleri oturduğumuz kara ateşin[2] bulunduğu “aşana” denilen yer kara ateşin ve idare lambasının ışığıyla aydınlanıyordu.
Bu köyden çarşıya gitmek için geceden yola çıkılır, bir şişeye konulmuş gaz yağının üzerine oturtulmuş fitil tutuşturularak elde edilen Molotof kokteyli tarzı meşale ile saatlerce yürünerek nahiyeye gidilir, orada vaktini bekleyerek arabalara binilir ve gidilirdi.
Çocukluğumda gecenin karanlığında ilk defa gördüğüm arabanın benim boyumdaki lastik tekerlekleri beni çok etkilemişti. Hala bir araba tekerleği görsem o anılarım canlanır ve asla anlatamayacağım duygular yaşarım. O arabalar da, tekerlekleri de çok farklı imgelerle yaşar hatıramda…
İlkokul bitince babamız bizi şehirdeki bir fırına çırak olarak vermişti. Oradaki hayat da çok zordu; ama biz zorluklara alışık olduğumuz için sanki cehennemden cennete geçmiş gibi mutluyduk.
Ağır işlerde ucuz ücretlerle çalıştık. Bu tür iş ortamlarında çalışanların bozuk konuşmalarından, bozuk davranışlarından da etkilenmiş olmalıyız. Benim çok argo kullandığımı söylerler. Yeri geldi mi lafı esirgememem ondan olmalıdır.
Ailemden gizli okula kayıt olmam başlı başına bir maceradır. Bir ilkokul öğretmenimin güzelliği dokunmuştu hayatıma. Babama beni okutmasını tembihlemişti; ama biz bir fırında çalışıyorduk. O çocuk halimle, acemi durumumla çok uğraş vermiştim. Ama sonunda çok özlemini çektiğim okula kavuşmuştum. Orta birinci sınıfta ailemden uzak, çok kötü bir yer odasında barınarak okula devam ettim.
Ortaokul köyümüzden uzakta, nahiyede olduğundan orada kimseyi tanımıyordum. Okulda ve okul dışında beni çok döverlerdi. Ne yediğim, ne içtiğim belli değildi. Ailemden uzakta, tek başıma kalıyordum. Kaldığım odanın bitişiğindeki komşunun gelini, kızı, oğlu bana çok yardımcı olmuşlardı. Hafta sonları şehre gidiyor, eskiden çalıştığım fırında günlük iş bulmaya ve yevmiye almaya çalışıyordum. Beni gözetmek için iş de veriyorlardı. Bu şekilde çalışarak biriktirdiğim parayla bir fotoğraf makinesi satın aldım ve amatör fotoğrafçılık yapmaya başladım. Fotoğrafları çekiyor, şehre götürüp bir fotoğrafçıda banyo yaptırıyor, sonra da sahiplerine ulaştırıyordum. Bu şekilde harçlığımı çıkarıyordum. Cebim parasız kalmıyordu.
O yılın sonunu getirmeden babam bizi ülkemizin doğusundan batısına götürdü. Geldiğim okulda sadece Türkçe ve matematik dersleri dolu geçiyordu. Diğer derslerin hepsi boş geçiyordu. Nisan ayının sonunda göç etmiş olmamıza karşın sıkı çalışarak o yıl sınıfı doğrudan geçmiştim.
Ortaokul son sınıfta girdiğimiz yatılı okul sınavları için tercih ettiğim okullardan biri de imam hatip lisesi idi. İmam hatip lisesinin ne olduğu hakkında hiç bir fikrim yoktu. Babası imam hatipte öğretmen olan bir arkadaşım adeta kanıma girmişti. Beni imam hatip lisesine gitmekten caydırmak isteyenler çok olmasına karşın arkadaşlık kazanmıştı.
Lise birinci sınıfta elif-ba öğrenmeye başladık. Ortaokulda hep okul birincisi olduğum halde ima hatip lisesinde, başta Arapça ve Kur’an-ı Kerim olmak üzere bazı derslerden zorlanıyordum; ama hiç sınıfta kalmadan okulu bitirmiştim.
O zamanlar üniversite hazırlık kursları henüz bilinmiyordu. Bazı kitaplar satılıyordu. Onlardan alıp kendi kendimize hazırlanıyorduk.
Ben lise üçüncü sınıfta ailemin ihtiyaçlarını düşünerek yatılıdan ayrılmıştım ve kasabamızda bakkal açmıştım. Geceleri bakkalda kalıyor, buzdolabının arkasına yerleştirdiğim bir masa ve sandalyede derslerime çalışıyor, tek kişilik ranzada uyuyordum. Sabahları dükkânı açıyordum ve babam gelinceye kadar müşterilere bakıyor, ekmeği teslim alıyor, temizlik yapıyordum. Babam gelince bakkalı ona bırakıyor ve okula gidiyordum.
Üniversite sınavında iyi bir sonuç alamamıştım. Çalışmak için aldığım genel yetenek kitabının başından on sayfa kadar çalışabilmiştim.
Yüz yirmi öğrenci kontenjanı olan Bursa Yüksek İslam Enstitüsü’nü de yüz on yedinci olarak kazanabilmiştim.
Yüksekokul maceramız da hayatımın öncesinden farklı değildi. Hep birtakım işler yapmak zorundaydık. Bir arkadaşımla birlikte o yıl aldığımız öğrenim kredisini birleştirerek bir el arabası ve gerekli araçları edinerek cadde ve sokak kenarlarında kestane kebap, mısır kebap işlerine girdik; ama çok kayda değer iş yapamıyorduk. Zabıtalar arabamıza, terazimize, mangalımıza el koyuyorlardı. Sürekli onlarla kovalamaca yaşıyorduk.
Havlu, kaset, çorap satmak gibi işlere girdik. Çok sıkıntılar çektik; ama gene de bulduğumuz her kuruşu öncelikle kitaplara veriyorduk. Görev aldıktan sonra defalarca taşınmak zorunda kaldığım her defasında en büyük zahmeti bu kitapları taşırken çekmişizdir.
Öğretmen olduk; ama sıkıntılar bitmedi. O zamanlar sürgün yeri olan İstanbul-Sarıyer’e tayinim çıkmıştı. En kötü gecekonduların kirası maaşımdan fazlaydı. Bir yıla yakın ev bulamadım.
O zamanlar ev kıtlığı vardı her yerde. Özellikle İstanbul’da çok daha fazlaydı ev sorunu. Bir hocamın aracı olmasıyla bulduğum ilk konutun sahibi bana kendisiyle her pazar sabahı İsmail Ağa’ya Mahmut Efendi’yi dinlemeye gitme koşuluyla evini kiraya verebileceğini söylemişti. Bir yıl o sohbetlere devam ettik.
Bu evin kirası maaşımın yarısından biraz daha fazlaydı; ama tek kusuru vardı. Suyu yoktu. Hayır, su tesisatı vardı; ama sular akmıyordu. Şimdiki ABD konsolosluğunun yukarısındaydı ev. Arada sular gelse de yüksek yerlere çıkmadan kesiliyordu. Dolayısıyla bir yıl boyunca musluklarımızdan bir damla su akmamıştı. Yakınlardaki bir çeşmeden taşıyorduk suyu. Çamaşır makinemiz olmadığı ve çamaşırları elde yıkadığımızdan, şofben ve benzeri konforlar da bilinmediğinden fazla sorun olmuyordu.
Suyu olmayan, kömür sobasıyla ısınan bu evde bir yıl yaşadık. Çok güzel günlerdi. Öğrencilerim eve geliyorlardı. Onlarla derin sohbetler yapıyorduk. Okul yıllığını hazırlama görevi bana verilmişti ve yıllık hazırlama bahanesiyle sık sık bizim evimizde çaylı sohbetler yapıyorduk. Ara sıra aklıma gelir. O arkadaşlar şimdi acaba nerelerdeler? O günleri hatırlarlar mı? Bazılarıyla hala görüşüyoruz; ama çoğu ile bir daha hiç görüşemedik.
İstanbul’da görev yapan öğretmen arkadaşlarımın tamamı böyleydi. Babasından ya da karısından dolayı zengin olanlar hariç elbette. Onları bizim ağalarımızdı.
Örneklerini verdiğim sıkıntıları yaşamış olsak da hayatımın en güzel tam on dört yılı oralarda geçti. Okulumuz Boğaziçi sahil yolu kenarında bulunuyordu. Emirgan korusu, Emirgan Çınaraltı, İstinye tersanesi hemen yanımızdaydı. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü sonradan yapıldı, başta yoktu. Karşı taraflarda Beykoz, Paşabahçe, Çubuklu, Hıdiv Kasrı görünüyordu. Boğazdan büyük gemiler geçiyordu. İlkbahar gelince bütün Boğaziçi erguvan rengine boyanırdı… İstinye’den sabahları Boğaziçi Şehir Hatları vapuruna biner, simitlimizi ısırıp çayımızı yudumlayarak Asya-Avrupa arasında mekik dokur gibi seyahat ederek Eminönü’ne giderdik. Ya da bir saatten fazla zaman alan otobüslerle giderdik. Bebek’te büyük gazinolar vardı. Gazinoların dev ışıklı levhaları vardı…
Bazen Yeniköy’den motora binip Beykoz’a geçer, Beykoz Korusu’nda da vakit geçirir, piknik yapar, aynı yolla geri gelirdik. Bazen arkadaşlarımızla Belgrat Ormanları’na pikniğe giderdik. Hayatımda ilk ve son kez orada kuzu çevirme ziyafetinde bile bulunmuştum.
Bir şeyler alıp satarak geçimimizi sürdürme gayretlerimiz seksenli yılların Özal’lı zamanlarında hayali ihracatçılara deri yelek örerek sürdü. O zamanlar satın aldığım kaliteli Finny marka makas hala çekmecemde duruyor. Evladiyelik, çok kaliteli bir makastır.
Daha sonra Arap turizmi başlayınca amatörce o işlere takıldık. Henüz “rent a car”lar yoktu. Anroid telefonlar, navigasyon denen şey de olmadığından Arap işlerinden bize iyi iş çıkıyordu. İyi dediysem çok da iyi değil. Yetersiz maaşımızın açıklarını kapatabiliyorduk. Ama yıllarca imam hatiplerde, ilahiyat fakültesinin karşılığı olan Yüksek İslam Enstitüsü’nde okumuş ve yılarca da Arapça öğretmenliği yapmış olmamıza karşın Arapça konuşmayı bu işlerde öğrendim.
Göreve başladığım ilk sene aylarca ev bulamadığımdan eşim ve ilk kızımız köyde ailemin yanında kalıyorlardı. Kış aylarında çocuk kızamık oldu. Geçer demişler; ama geçmedi. O yıllarda şimdiki gibi çocuk aşıları yapılmıyordu. Kızamık başka ağır hastalıklara dönüştü. İyice kötüye gidince devlet hastanesine götürdüler. O yıllarda hastaneler ne işe yarardı bilmiyorum. Çocuğu apar topar İstanbul’a, Zeynep Kamil’e sevk ettiler. Öyle paranız var mı, götürebilecek misiniz diye soran yoktu tabi. Nerde şimdiki ambulans uçaklar, helikopterler, hizmetler… Eşim, annem ve kayınpederim bir araba kiralamışlar; yani taksi tutmuşlar pazarlık usulü. O zamanlar taksimetre bile yoktu. Götürmüşler; ama çocuk iyice fenalaşmış. Bana telefon ettiler. İstinye’den kalkıp Bağlarbaşı’ndaki Zeynep Kamil’e saatler sonra ulaşabilmiştim. Çocuk zor nefes alıyordu. Buhar veriyorlardı…
O gece yirmi iki aylık dünya güzeli Zeynep kızımız öldü…
Hayatımızdaki en büyük travma da bu olmuştu. Eşim hamileydi. Ağlamaktan göz pınarlarımız kurumuştu. Ağlamaktan namaz kılamıyordum. Ertesi gün bir tahtanın üzerinde cenazesini kucağıma almıştım ve bir arkadaşın arabasıyla köyün yolunu tutmuştuk. Köyde bir hafız abiye “sela okumayacak mısınız” diye sormuştum. O da: “ne gerek var. O bir çocuk” demişti. Çok ağzıma gitmişti. İçimde yangınlar tutuşmuştu. Başımıza kıyamet kopmuştu; ama bu nu kimseler anlamıyordu. Çünkü o zamanlar çocuk ölümleri çok olurdu. Daha sonraları çocuk aşıları yaygınlaşınca azaldı. Şimdilerde bu aşı olayına karşı çıkanları, aşı yaptırmayanları duyuyorum da hayretler içinde kalıyorum. Yirmi iki aylık Zeynep bütün arkadaşlarımı ağlatmıştı. O bizim Bursa hatıramızdı. Rabbimizin bize emanetiydi; ama emanete sahip çıkamamış, onu koruyamamıştık. Tam otuz sekiz yıl geçti; ama ben hala her hatırladıkça, fotoğraflarına baktıkça ağlarım.
Daha sonra gene ailemin bazı zorunlu sorunları nedeniyle kendi şehrimize geldik. Babamın evlatları gibi sevdiği yerleri, bu yerlerindeki fındık bahçeleri, meyve ağaçları nesi varsa istimlakle elinden alınıyordu. Öyle de oldu. Yeni yer arayışlarımız. Oraya taşınmamız. Satın aldığımız evin üzerine kardeşlerim için iki kat daha yapmam dolayısıyla da çok yoruldum. Dört katlı olan bu evimizin dördüncü katını hayallerimdeki gibi kendim için yapmış, donatmış ve döşemiştim.
Biz o daireye taşındıktan on beş gün sonra “On yedi Ağustos Marmara Depremi” oldu. Bu evimiz ağır hasarlandı. Kardeşim, eşi ve en büyük kızı oturdukları yerde yıkılan binanın altında ölmüşlerdi. İki çocukları hayatta kaldı.
Ben o çocukları da kendi çocuklarıma katarak sekiz nüfus olmuştum. Bir yıl köylerde bir tarla evinde barındıktan sonra daha önceden katıldığım bir konut projesinden bize çıkan daireyi tamamlayarak oraya taşındık.
Babamız öldü. Daha sonra annemiz de öldü. Veraset, intikal, yetim yeğenlerimin işleri derken hep koşturdum. O kadar koşturdum ki “bir gün bu sorunlar biterse herhalde can sıkıntısı çekerim” gibi geliyordu bana.
Aylar yıllar geldi geçti. Zaman sular seller gibi aktı. Çocuklar büyüdü. Hepsini okuttuk, evlendirdik. Hepsi yolunu tuttu.
Şimdi biz taşındığımız yeni evimizde iki kişi kaldık. Seksen beş metre kare dairede sekiz kişilik aile on beş yıl yaşamıştık. Şimdi iki yüz on metre kare iki katlı bir evde iki kişi kaldı.
Ancak rahata erdik. Derken ortaya prostat kanseri çıktı. Daha önce safra kesesi ameliyatı olmuştum. Şimdi de prostatı aldılar. Vücudumuz yavaş yavaş eksilmeye başladı.
Gerek ameliyat olduğum Ankara Şehir Hastanesine, gerekse evimize döndükten sonra o kadar eş-dost, arkadaş ziyaretime geldi ki anlatamam. Bu ziyaretler hala sürüyor. Kendimi çok huzurlu hissediyorum. Arkamda hiçbir bulaşık iş bırakmadım. Üzerime düşen düşmeyen bütün sorumluluklarımı yerine getirmeye çalıştım. Bunun için Allah’a şükrediyorum. Şükürler olsun.
Bazı yeğenlerim, kardeşlerim, öğrencilerim ve meslek arkadaşlarım belki beni agresif, sorunlu olarak biliyorlar. Aslında arkadaşlarım arasında oldukça şakacı, sempatik, çok konuşan birisiyimdir. Beni sevmeyenlerin olduğunu biliyorum. Sevenlerimin olduğunu da biliyorum. Sevmeyenler, hoşlanmayanlar haksız da sayılmazlar. Ameliyatımın olduğu hafta ve sonrası onca insan uzaktan yakından ziyaretime geliyorsa demek ki beni bir adam yerine koyuyorlar, sayıyorlardır. Allah sevenlerimden de, sevmeyenlerimden de razı olsun. Rahmetli annem hep şöyle derdi: “Oğlum. Ben sizin gibi olmam ama siz benim gibi olursunuz” Annem çok haklıymış. Yaşadığımız anlarda empati yapamasak da bir gün geliyor, o hoşlanmadığımız insanların yaşadıkları başımıza gelince nasıl olsa onları anlıyoruz. Hem de çok iyi anlıyoruz.
Elbette hatalarımız vardır, olmuştur ve gene de olacaktır. Az çok herkesin vardır. Ama bizim içimizde bir duygu vardır. Ona kimse haksızlık etmemelidir. Ederlerse bana göre günaha girerler. Hiçbir zaman uyanık, bencil, kendi çıkarını düşünen, kendi menfaati için başkalarını hiçe sayan, bir yerlere gelmek için birilerini basamak yapan olmadık. Üzerimize vazife olsun olmasın her yükün altına girdik, taşın altına elimizi de, ayağımızı da, bedenimizi de koyduk. Yüce Rabbim de bana karşılığını daha bu dünyada kat kat verdi. Allah’a ne kadar şükretsem azdır.
İşte böyle dostlar. Çok travmalar yasadık; ama umudumdan, neşemden, yaşama sevincimden, dava adamlığımdan en ufak şey kaybetmedim. Bu yazıları yazarak ancak içimi dökebiliyorum. Çünkü yıllardır içimize attıklarımızı içimizden atamayınca çok kötü oluyor. Belki de onun için yazıyorum.
[1] Bizim oralarda ineklerin yavrularına “buzak” denir.
[2] Köyümüzün evlerinin ateş yakılan bir yeri vardı. Odunlar fazla parçalanmadan, bütün olarak oraya uzatılır ve ateş tavanlara kadar yükselirdi. Bu kısımda tavan yoktu zaten. Kiriş denilen, boydan boya uzanan ağaçlar vardı. Onların üstünde de teneke ile kapatılmış çatı bulunuyordu.
25 Şubat 2020
HAYRİ BOSTAN
[email protected]
[1] Bizim oralarda ineklerin yavrularına “buzak” denir.
[2] Köyümüzün evlerinin ateş yakılan bir yeri vardı. Odunlar fazla parçalanmadan, bütün olarak oraya uzatılır ve ateş tavanlara kadar yükselirdi. Bu kısımda tavan yoktu zaten. Kiriş denilen, boydan boya uzanan ağaçlar vardı. Onların üstünde de teneke ile kapatılmış çatı bulunuyordu.
YORUM YAZ