Bugun...


HAYRİ BOSTAN: Hocamız Mustafa Miyasoğlu
Hepimizin hayatında iz bırakanlar vardır. Bunlar bazen anamız, babamızdır. Bazen bir arkadaşımız, sohbetlerinden yararlandığımız ulu kişilerdir. Kitabını okuduğumuz, köşe yazılarını izlediğimiz bir yazardır. Mustafa Miyasoğlu bizim hem hocamız, hem yazarımız, hem aile dostumuzdur. Bir yerde bir sohbet düzenlesek aklımıza ilk gelen, nazımız geçen bir ağabeyimizdir.

facebook-paylas
Tarih: 02-08-2017 19:38
HAYRİ BOSTAN: Hocamız Mustafa Miyasoğlu

Hepimizin hayatında iz bırakanlar vardır. Bunlar bazen anamız, babamızdır. Bazen bir arkadaşımız, sohbetlerinden yararlandığımız ulu kişilerdir. Kitabını okuduğumuz, köşe yazılarını izlediğimiz bir yazardır. Mustafa Miyasoğlu bizim hem hocamız, hem yazarımız, hem aile dostumuzdur. Bir yerde bir sohbet düzenlesek aklımıza ilk gelen, nazımız geçen bir ağabeyimizdir.

Bindokuzyüzyetmişbeş yıllarında bir kasaba ortaokulundan mezun öğrenciler olarak kaydolduğumuz İzmit İmam-Hatip Lisesi’nde bizleri kitaplarla ilk yüzleştiren, okumanın, yazmanın hazzını ve önemini bizlere ilk aşılayan edebiyat öğretmenimiz… İlk romanı “Kaybolmuş Günler” belki de okuduğumuz ilk ciddi eser olmuştur. Sefiller, Suç Ve Ceza, Drina Köprüsü, Sahte Kahramanlar, İdeolocya Örgüsü, Çalıkuşu, Yaprak Dökümü onun sayesinde okuduğumuz kitaplardandı. Bize sadece okumayı değil, elimize kalem tutmayı, okuduğumuz kitaplar hakkında yazılar yazmayı da ilk o öğretti.

Necip Fazıl Kısakürek’i ilk kez onun sayesinde yakından görme onuruna ermiştik. İzmit’in gene bol karlı bir şubat ayıydı ve Üstat Necip Fazıl Kısakürek Sakarya’ya geliyordu. Adapazarı Kapalı Spor Salonu’nda konuşacaktı. Arkadaşlarla kar kış demeden gitmiştik. O gece N.F.Kısakürek orada hatırladığım kadarıyla onbeş dakikalık bir konuşma yapmıştı. Fazla bir şey anlayabildiğimizi söyleyemem. O geceden tek hatırladığım, yakışıklı, genç hocamız Mustafa Miyasoğlu Üstat N.F.Kısakürek’in çok yakınında oluşuydu. Nahif, uzun boylu, uzunca yüzü ve gür saçlarıyla çok yakışıklı, Üstad’ın “ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı” dediği tanıma tıpa tıp uyan, sevgili öğretmenimizdi. Üstat’ı o kadar tanımıyorduk, ama hocamızla gurur duyuyorduk.

Mustafa Miyasoğlu evlenmeye hazırlanıyordu. Onun “yakın” öğrencileri olarak Hasan Olgaç ve ben, kiraladığı daireyi temizleme, badana boya yapmaya yardım etme önceliğine de mazhar olmuştuk. O gün o daire bana hayli yüksek gelmişti. Yıllar sonra aynı daireyi sendika hizmet binası olarak tuttuğumuzda hayli şaşırmıştım. Zeminin üstünün üstü bir daireydi enikonu. Demek ki o zamanlar bizler hayli çocuktuk! Bir günlük gazetede sanat edebiyat sayfası hazırlıyordu ve bizleri de o sayfaya bir şeyler yazmaya teşvik ediyordu. Birkaç yazımız çıkmıştı da adımızın gazetede çıkması bizi nasıl da sevindirmişti…

Tipik bir Kayserili ve asabi olan hocamız öğrencileriyle ilişkilerinde nerede duracağını bence çok iyi bilen birisiydi. Hepimiz onun hayranlarıydık sanırım. Bu hayranlığımız ileriki zamanlarda platonik bir sevgiye de dönüşmüştü. Üniversite yıllarımda kendisini öylesine özlerdim ki, defalarca rüyamda gördüğümü hatırlıyorum. Arada bir yolumuz İstanbul’a düşse ve bir yerde karşılaşsak sevinçten dünyalar bizim olurdu. O belki de bunun farkında bile değildi. Çalışmalarını ve çıkan eserlerini, bir yerlerde yayımlanan yazılarını dikkatle okur, keser, özenle saklardık. “Edebiyat Geleneği” sanırım onun yayımlanan ilk eseriydi.”Kaybolmuş Günler” de İzmit’te görev yaptığı yılarda çıkmıştı ve sanırım ilk okuyucuları bizler olmuştuk. Daha sonraki yılar Dönemeç, Güzel Ölüm, Geçmiş Zaman Aynası, Muhacir, Devlet Ve Zihniyet yayımlandı.

Şehremini Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptığı sıralar ziyaretine gitmiştim. Nerde karşılaşsak ayaküstü insana dört dörtlük bir konferans verir ve anlatmaktan hiç üşenmezdi. Saatlerce konuşsa onu dinlemekten asla yorulmak mümkün değildi.

Miyasoğlu’nun sanırım beş yıl kadar süren bir Pakistan macerası olmuş ve bu nedenle uzak kalmıştık. Döndüğünde Türkocağı’nda Pakistan anılarını anlatacağı bir sohbet düzenlenmişti ve duyar duymaz gitmiştik. Söğütlüçeşme’de, daha birçok yerde sohbeti olduğunu duyduğumuzda ne yapıp edip katılmaya çalışırdık.

Kendisini birkaç kez Sarıyer’e, ya çalıştığım okula, vakfa ya da derneklere edebiyat sohbeti yapmaya davet ederdik ve o da bizi kırmaz, mutlaka gelirdi. Suffe Kültür Sanat Yıllığı çıkarıyordu ve anladığım kadarıyla bu çok yorucu bir işti. Öğretmenlik yanında bunca etkinliğe nasıl zaman bulur, nasıl güç yettirirdi, hiçbir zaman aklım ermemiştir.

Eski öğrencilerini her gördüğünde onlara yazı yazmalarını, çeviri yapmalarını, boş durmamalarını tavsiye eder, altından, en azından bizim kalkamayacağımız ödevler verirdi. Sayın Mustafa Miyasoğlu’nun evinin kapısı da öğrencilerine ve dostlarına her zaman açık olmuştur. Defalarca evinde ziyaret etme bahtiyarlığını yaşadık.

Bütün bu örnek çalışmaları ve çok renkli hayatı bizlere ışık olmuştur. Ama onun yaptığı bir şey vardır ki, belki gözlerden kaçar endişesiyle burada anmayı görev biliyorum. Hocamız her gittiği etkinliğe, ciddi bir engel yoksa değerli eşleri Nilüfer Hanımefendi’yle birlikte katılırdı. Mensubu olduğunu bildiğimiz İslami camiaya onun bu tutumu sanırım çok önemli bir mesaj içeriyordu. Çünkü özellikle dindar kesimin tüm kültürel, sanatsal, siyasi etkinliklerinde kadınlar ya yoktu, ya da olsalar bile kendilerine ayrılan bir tarafta olurlardı. Hocamız katıldığı konferans, panel, açıkoturum ve benzeri etkinliklerde Nilüfer Hanım yengemiz hep ön sırada, protokol arasında olmuştur.

17 Ağustos depremi sonrası iki kez deprem bölgesine gelerek bizi aradı, buldu ve ziyaret etti. Kardeşimin düğününe davet ettim ve İstanbul’dan kalktı, eşi ve çocuklarıyla birlikte düğünümüze gelerek nikâh şahitliği yaptı.

Mimar Sinan. Ü. Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yaptığı yıllarda sık sık ziyaretine giderdim. Her ziyaretimde ondan yeni şeyler, orijinal düşünceler edinirdim. Bir defasında şöyle demişti:”Bakınız, şu güzel sanatlar akademisine her yıl yaklaşık üçyüz öğrenci alınıyor. Bunlardan ancak üç tanesi sanatçı oluyor. Çok pahalı olan bu okula yılda üç tane sanatçı yetiştirmek uğruna devlet üçyüz öğrenciye yatırım yapıyor”. Çalıştığım okulda öğrencilerde yüzde yüz başarı hayal ederek hayal kırıklığı ve moral bozukluğu yaşadığım içibu sözler bana ilaç gibi gelmişti.

Bu ziyaretlerim esnasında Bir Aşk Serüveni adlı romanı da yayımlanmıştı. Ben de kendisiyle bu romanı, romancılığı üzerine bir röportaj yapmıştım. O röportaj rahmetli Ahmet Kabaklı üstadın da beğenisine mazhar oldu ve Türk Edebiyatı Dergisi’nin Aralık 1995 sayısında yayımlanmıştı. Bu benim için çok gurur verici bir şeydi şüphesiz. Daha sonra Yollar Ve İzler yayımlandı, büyük bir beğeniyle okudum ve hakkında birkaç satır yazı da yayımladım. Necip Fazıl Armağanı, Zügüdar, Şiirler, Rüya Çağrısı gibi daha bir çok eserini okuduk ve özenle sakladık kitaplığımızda.

Arapçadan çeviriler yapmıştım ve üç tane çocuk kitabı, bir de roman çevirisini bir paket yaparak kendisine gönderdim ve bir kadirşinaslık olarak, duygularıma tercüman bir iki de cümle yazmıştım. O hafta gazetede çıkan yazısında isim vererek “bu cümleler öğretmenlik hayatımda aldığım en değerli hediye olmuştur” diye yazmıştı. Doğrusu hocamın bu iltifatları benim için de hayatımın en büyük ödülü olmuştu.

Sarıyer İmam-Hatip Lisesi’nde meslek dersleri öğretmeni olarak görev yaptığım yıllardan birinde lise üçüncü sınıflara edebiyat derslerine girmiştim. Okulun son günleri öğrencilerime bir edebiyat sohbeti sağlamak istedim ve kendisini davet etmiştim. Şirinevler’den kalktı ve ta İstinye’ye gelmişti. Sohbet öğretmenler odasındaydı. Ben hocamla yan yana oturuyordum. Kendisini tanıtınca öğrencilerim “hocanız sizden çok daha genç” gibi şeyler söylemişlerdi.

Yıllarca İzmit’te başlayıp İstanbul’da süren, Pakistan’a kadar uzanan ve bunca yazı ve eserle dolu olan bir hayat macerasının sahibi bizden genç duruyordu. Sanırım bu, çok güçlü bir özgüven sahibi olmanın, hayatıyla, işiyle, eşiyle barışık bir insan olmanın, daha da önemlisi bunca esere ve başarıya imza atmış olmanın insana verdiği mutluluğun dışavurumuydu. Çokları onu kavgacı bilir. Aslında o, anında tepki koyan, doğruyu savunma konusunda hatır gönül gözetmeyen, ama içine de kin, garaz, ukde biriktirmeyen bir kişiliğe sahiptir. Bu yönüyle O daha çok bir Karadenizli gibidir. Zaten Karadenizlilerle Kayserililerin çok benzer yanları olduğu da bir gerçektir. Bence hayat öyküleri ve entelektüel serüvenleri itibariyle Beşir Ayvazoğlu ile de birbirlerine benzerler. Sanki Beşir Ayvazoğlu, sakin kişiliğiyle Sezai Karakoç’a, Mustafa Miyasoğlu da hırçın, sert mizacıyla Necip Fazıl Kısakürek’e benzer.

Bir pınar ne kadar gür, berrak, zengin ve güzel olursa olsun, herkesin ondan nasibi, içebildiği kadardır. Ne mutlu hayatını güzel çalışmalarla, birbirinden değerli eserlerle taçlandıran hocalara. Ve ne mutlu böyle güzel hocalara layıkıyla öğrenci olabilenlere.






YORUMLAR
2 Yorum

Akif
03-08-2017 21:28:00

Hocamıza Allahtan rahmet diliyorum. Yazın için ise beğenmenin ötesinde takdir ve tebrik ediyorum

Muhsin ocakli
02-08-2017 22:07:00

Tanımakla memnun ve mesrur olduğumuz, şeref duyduğumuz değerli hocamızı günümüze ve geleceğe aktardığınız bu rakik yazı için size teşekkür ediyorum.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
FOTO GALERİ
YUKARI