Bugun...


HAYRİ BOSTAN: Mahmut Kanık hocamızın ardından
Mahmut Kanık çalışkanlığıyla, duruşuyla, nezaketiyle, zarafetiyle adeta İslam’ın bir fenomeniydi.

facebook-paylas
Tarih: 30-09-2020 13:06
HAYRİ BOSTAN: Mahmut Kanık hocamızın ardından

Trabzon’da köyümüzün bağlı olduğu nahiyede başladığım ortaokulda yabancı dilimiz İngilizce idi. Birinci sınıf bitmeden İzmit’e göç etmiştik. İzmit’in Kullar köyü ortaokulunda ise yabancı dil Fransızca idi. Dolayısıyla benim de yabancı dilim Fransızca olmuştu. Bu Fransızca yabancı dili yıllarca okumamıza karşın öğrenemedik ama bana çok şeyler kazandırmıştır.

Ortaokuldan sonra İzmit İmam Hatip Lisesine başlayınca orada da Fransızca okuyanlar grubumuz oluşmuştu. Siyah beyaz bir fotoğrafımız vardır o sınıfta. Hocamız Kerime Tekinalp ve hayatımız boyunca irtibatımız hiç kopmamış olan arkadaşlarımız Hasan Olgaç, Salih Pay, Mustafa Özkan, Ömer Faruk Ergezen, Muhsin Ocaklı hayatın güzelliklerini paylaştığımız en değerli arkadaşlarımız olmuşlardır.

İmam hatip lisesini bitirdikten sonra Bursa Yüksek İslam Enstitüsüne girdik. Arkadaşlarımızdan bazılarıyla yollarımız ayrılmıştı. Hasan Olgaç hukuk fakültesine, Muhsin Ocaklı İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü (sonra Marmara İlahiyat Fakültesi oldu) girmişlerdi. Bizler Ömer Faruk Ergezen, Salih Pay, Mustafa Özkan ve ben Bursa Yüksek İslam Enstitüsüne öğrenci olduk.

Altmışlı ve yetmişli yılların ideolojik ayrışmaları ve ayrıştırmalarının yol açtığı bazı olumsuzluklara karşın ben bütün öğretmenlerime karşı her zaman sevgi ve saygı duymuş, birçoklarına hayran olmuş ve etkilenmiştim. Onların kimlikleri, kişilikleri, ideolojileri, inançları ne olursa olsun benim gözümde değerli insanlar olmuşlardır.

İmam hatip lisesi yıllarımızda rahmetli Mustafa Miyasoğlu’ya, Bursa Yüksek İslam Enstitüsünde de artık merhum diye anacağız, değerli hocamız Dr. Mahmut Kanık’a farklı bir bağlılığım ve sevgim olmuştur. Mustafa Miyasoğlu öğretmenliğinin yanında bir yazardı. Romanları, hikayeleri, şiirleri, denemeleri, günlük yazdığı gazeteleri, aylık yazdığı dergileri vardı. Bizleri okumaya, yazmaya teşvik ediyor, ufkumuzu açmaya çalışıyordu. Onun sayesinde biz daha çok Necip Fazıl Kısakürek’i tanıdık ve adeta bağlandık. Yüksek İslam Enstitüsü yıllarımızda da hem Fransızca hem de edebiyat derslerimize gelen Mahmut Kanık sayesinde de Sezai Karakoç’u tanıdık ve bağlandık diyebilirim.

Bir vefa borcu olarak bir şeyler yazmak zorunda hissettiğim için yazmaya başladım; ama Mahmut Kanık’ı nasıl anlatabileceğimi de doğrusu bilemiyorum.

Değerli hocamız Prof. Dr. Mustafa Kara’nın editörlüğünde Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi’nin 40. Yıl albümü yapıldı. Oraya gönderdiğim yazımda Mahmut Kanık için şöyle yazmıştım:

“Mahmut Kanık Fransızca hocamızdı. İleri sınıflarda edebiyat derslerimize de geldi. Her derse elinde, cebinde ya da çantasında kitaplarla gelirdi. Okumamızı istediği nitelikli kitaplardı bunlar. O da bizim gibi Emirsultan’da otururdu. Yeşil’deki Sur Kitabevi yolumuzun üzerindeydi. Mustafa Armağan orda tezgâhtarlık yapıyordu. Bu iki güzel insan sayesinde yeni yayınları izliyor, bulduğumuz üç beş kuruşu hemen kitaba verip ediniyor, bol bol kitap okuyorduk. Sur Kitabevi eli kalem tutan entelektüellerin uğrak yeriydi aynı zamanda. Arka tarafta küçük bir bölüm vardı. Orda her zaman sohbet eden, derin konulara dalan, sanat-edebiyat konuşan insanlara rastlamak mümkündü. Eğer bu insanların sayısı oraya sığmayacak kadar çoğalırsa Yeşil Cami’nin Bursa ovasına bakan tarafındaki muhteşem manzaralı çay bahçesine geçerler, orada bir ya da iki masa etrafında toplanır, sohbeti çaya katık ederlerdi. Bursa’da çıkan yerel bir gazete olan Bursa Marmara Gazetesi’nin eki olarak çıkarılan Bursa’da Sanat Edebiyat dergisi bu mekânlarda bir araya gelen can dostların ve dostlukların eseriydi. Bu dergi maceramızın o sabırsızlıkla bekleyişleri, ilk çıktığında içimizde yarattığı heyecan, heyecanın sevgiye, sevginin aşka, aşkın güzel dostluklara ve bütün bunların o tipo baskılı derginin ilk mürekkep kokusuna karıştığı anıları asla unutamam.

Mahmut Kanık’la Emirsultan’ın o yer iskemlelerinde sohbetler asla unutulamaz. Biz birkaç kişi otururken bir yerden gelirdi ve sanki saatlerce aramızdaymış ve orda süren bir sohbet varmış gibi girerdi söze. Onun gerek derslerde peltek konuşmasına, Türkçeyi düzgün kullanma kaygısının yol açtığı biraz tutuk ve seçici konuşmalarına hayrandım.

Bir defasında özenerek yazdığım bir sözüm ona öyküyü çok beğenmiş ve Ömer Faruk Ergezen’le birlikte, öyküyü hocaya göstermek için evinin yolunu tutmuştuk. Öyküyü beğeneceğini, bana beni motive edecek sözler söyleyeceğini, övgülerde bulunacağını bekliyordum doğrusu. Saat gecenin onlarıydı sanırım. Hoca bir eline sayfaları aldı, öteki eline bir kalem aldı ve burası böyle, şurası şöyle, bu sözcük burada doğru kullanılmış mı bakalım, şu bu derken öykümü adeta kelimenin tam anlamıyla “kuş”a çevirmişti. Artık ben öykümün kaale alınmasından, yayımlanmasından çoktan vaz geçmiştim. Yeter ki hoca yakamızı bıraksa da evimize gidebilsek diyordum. Öykü yazma maceram o gün başlamıştı ve orada sona ermişti. Keşke azcık kayda değer bir şeyler bulup beni yüreklendirseydi. Ama ne ki hocanın da eleştirmede en iyi örneği rahmetli Cahit Zarifoğlu’ydu. O da Mavera’nın sondan başa doğru okunmasına sebep olan o müthiş şiir eleştirilerinde çok acımasızdı, bilenler bilir.

Mahmut Kanık’a olan sevgim-saygım ve bağlılığım bu yazının sınırlarını aşar. Bana ve benim gibi sayısız insana yaptıklarından ötürü kendisine minnet ve şükranlarımı sunarım. O bize hoca oldu ama biz ona öğrenci olamadık. Onu tanıyanlar sadece onun Türkçeye kazandırdığı eserleri okusalar entelektüel kişiliklerinin oluşumuna en büyük katkıyı yapmış olurlar bence."

Benim gözümde Mahmut Kanık’ın farkı, o adeta ’nümunei imtisal’, örnek bir Müslüman şahsiyetti. Her karşılaştığımızda söze bir yerden başlar ve size hep orijinal gelen çok güzel şeyler söylerdi. Emirsultan meydanının çay ocaklarını çok severdik. Oradaki küçük iskemlelere oturup küçük bir sehpanın etrafında kafa kafaya vererek sohbet etmek en büyük hobilerimizdendi diyebilirim. Biz orada öylece çay ve sohbet demlenirken bir yerlerden çıkıp gelir ve selam verir, aramıza otururdu. Sanki birkaç saattir bir konuda sohbet ediyormuşuz gibi anlatmaya başlardı. Başkalarını bilmem; ama ben onun anlatmalarına doyamazdım. Cuma, bayram, kandil ve benzeri vesilelerle her aradığımda da bu kısa görüşmelerimizi fırsata çevirir, bir şeyler söylerdi. Bir iki ayeti kerime, bir iki hadisi şerifle yüreklerimizi coşturur, bir Müslüman olmanın hazzını ve gururunu yaşatırdı.

Sezai Karakoç’un bütün eserlerini onun teşvikleriyle okudum ve yıllarca da öğretmenlik yaptığım okullarda birçok öğrencime de tanıttım, okumalarına vesile olmaya çalıştım.

İstisnasız her dersinde bize orijinal şeyler söylerdi. Bir gün tahtaya bir yumurta çizdi. İçinde de bir civciv çizdi. Şöyle demişti: “Müslümanlar yumurtanın içindeki bu civciv gibi hep kendileri anlatıyor ve kendileri dinliyor. Kabuklarını kırıp da seslerini başkalarına duyuramıyorlar.” Bu yorum bana çok doğru ve güzel gelmişti. Maalesef altmış yaşımızı devirdik ve Müslümanlar hala kendi aralarında tartışmaktan öte bir varlık gösteremiyorlar geliyor bana. İslami, dini konuları tartışmaktan onları yaşamaya vaktimiz de, mecalimiz de kalmıyor gibi.

Mahmut Kanık çalışkanlığıyla, duruşuyla, nezaketiyle, zarafetiyle adeta İslam’ın bir fenomeniydi.

İzmit’ten gelin aldılar ve ben o davetine gidememiştim. Elbette ciddi bir engel vardı; ama ne olursa olsun, keşke katılmış olsaydım. Daha sonra oğlumun düğününe davet ettim ve eşi hanımefendi ile birlikte düğünümüzü teşrif ettiler. Ne kadar mutlu olduğumuzu anlatmam mümkün değil.

Fransızca hocamızdı kendisi; ama Fransızca kadar da İngilizce ve Arapça da bildiğine şahidim. 1979’da Rusların Afganistan'a saldırdığı savaş sırasında Afgan davasını anlatmak üzere Türkiye’ye gelen Mangal Hüseyin Emirsultan Camiinde bir konuşma yapmıştı. İngilizce yaptığı konuşmayı hocamız Mahmut Kanık çevirmişti.

Onun özellikle Muhyiddin İbn A’rabi’nin Fütuhatı Mekkiyesi’nden Türkçeye çevirdiği İlahi Aşk, Marifet Ve Hikmet, Arazuların Tercümanı, Günlük Dualar ve benzeri çalışmaları. Rene Genon’dan çevirdiği Modern Dünyanın Bunalımı, Niceliğin Egemenliği çok değerli çalışmalardır. Türkçe ’den Fransızca’ya yaptığı çevirileri de vardır.

Yazı yazarken gösterdiği titizlik, anlamını bilse dahi birçok kelimenin, acaba farklı anlamları var mıdır, yok mudur diye sözlüğe bakması, Türkçeyi kullanmaya gösterdiği titizlik ve özen asla unutulamaz. Onun bu titizliği bana da bulaşmıştır. Klavye hataları değil de, bilgi eksikliğinden kaynaklanan yazım hatalarını asla hoş karşılamam. Bu yüzden birçok dostlarım bana kırılmış, alınmış; hatta bazıları beni terk bile etmişlerdir. Bazı arkadaşlarıma yaptığım bu tür uyarılardan dolayı alınmış, kırılmış olsalar da daha sonraki yazılarında oldukça gözlenir düzelmelerin olduğuna da tanık oldum.

Arapçadan çevirdiğimi bir romanı kendisine götürmüştüm. Orada kullandığım bir sözcüğü eleştirmişti. “Kendisini içkiye vurması” gibi bir şeydi. Hocam onu eleştirmiş, “kendini içkiye vurmak” diye bir ifadenin yanlış olduğunu söylemişti; ama ben o kelimeyi değiştirmemiştim. Demek istediğim, biz Mahmut Kanık'ı sevenler onu bir müridin şeyhini sevmesi gibi değil, kendi özgünlüğümüzü de koruyarak seviyorduk. O da bize karşı adeta saygılıydı. Bu onun fıtratında vardı. Asla öğrencilerini küçük, kendini büyük görmezdi. Hocalarımızın sanırım hepsinde bu ahlak güzelliği vardı. Onunla konuşurken bana “Hayri Bey” demesinden adeta sıkılıyor, rahatsız oluyordum. Ben de yıllarca öğrencilerime beyli, hanımlı hitap etmemden öğrencilerimin rahatsız olduklarını gözlemledim. Aramızda belki sekiz, on yaş olan, ellili yaşlara gelmiş öğrencilerime bey diye hitap etmemden rahatsız olmaları benzer bir durumdu. Mahmut Kanık da bende sadece yedi, sekiz yaş büyüktü. Ama ben her zaman kendimi küçük, başkalarını büyük görürüm. Bu benim tevazudan çok ezikliğimdendir belki de. Ama Mahmut Kanık hocamız öğrencileriyle kendi arasında asla, hiç bir zaman bir hoca-öğrenci, bunca eserin ve emeğin sahibi olmaklığın verdiği bir üstünlük göstermemiştir.

Uzun yıllar Emirsultan’da yaşıyorlardı. Her yolum düştüğünde ya evine uğrar ziyaret ederdim, ya da Emirsultan’da çay ocaklarına, belki bir yerlerden çıkagelir de karşılaşırız diye takılırdım. Çoğunlukla da karşılaşırdık. Oradaki dairesini sanırım satmış ve Bursa’nın başka bir semtinde ev almıştı. Kendilerini evlerinde ziyaret etmeyi hep arzu ettik; ama nasip olmadı. Rahatsızlığının hassasiyeti ve yaşadığımız pandemi dolayısıyla hastanede de ziyaret edemedik.

Her şeye karşın sevgili hocam... Ağlattın bizi yahu. Böyle bir ayrılık hiç hesapta yoktu. Ne kadar güzel insanlar ölüp ölüp gidiyorlar. Bu eskiden de böyle miydi, yoksa yaşımız altmışı devirdiği için içimize çöken ölüm korkusunun verdiği bir panik midir bilmiyorum.

Ne kadar güzel yaşadın ve ne kadar güzel öldün be hocam. Rahmetli Mustafa Miyasoğlu “Güzel Ölüm” adlı romanında Nihat Sami Banarlı’nın ölümünü anlatır. Güzel ölüm dediği de rahmetli Banarlı’nın ölümüdür o romanda. Bize göre erken, zamansız, beklenmeyen, hiç hesapta olmayan bir ölüm gibi gelebilir. Ama tanığı olduğum öyle bir imanın, öyle bir teslimiyetin vardı ki bu ölüm senin için kesinlikle bir “sevgiliye kavuşma “ olmuştur.  

Güzel yaşamak ve güzel ölmek bu olsa gerek. Ölümünle de bize çok esaslı bir ders verdin sayın hocam. Rabbimin rahmetine, mağfiretine, ğufranına mazhar ol ve cennetine gir inşallah. Sizin gibi güzel insanları seven olmamız umarım bizim için de bir vesile olur.

Mahmut Kanık hocamızın vefatına Prof. Dr. Mustafa Kara hocamızın düşürdüğü tarih:

"İçimiz yanık Ya Hû

Melekler tanık Ya Hû

Çıktı üçler dedi:

"Üstaz Kanık Ya Hû" 1442






YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
FOTO GALERİ
YUKARI