Türkiye, modern dünyaya korkularını değiştirerek girdi. Öyle bir noktaya geldi ki korkunun kaynağı değişti ve neyden korkulduğu anlaşılmaz hale geldi..
Osmanlı’nın son döneminin değişmez gündemi, devleti kurtarmaktı. Osmanlıcı, İslamcı, Türkçü yahut Batıcı bütün aydınların ortak paydası, her ne pahasına olursa olsun devleti kurtarmaktı. Burada devlet, pay-i tahtı, Osmanlı bürokrasisi ya da ordusu değil; devletin temin ve temsil ettiği aidiyet (bütün değerleri, ilkeleri) ve mensubiyeti (ümmet ve kolektif geçmişi) ifade ediyordu.
Osmanlı’da devlet sadece vergi toplayan ya da sefere çıkıp savaşan, belli sınırlardaki topraklarını koruyan bir teşkilat değildi; aynı zamanda hem ferdin ve cemiyetin (ümmetin) varoluş amacını, ilay-i kelimetullahı (Allah’a aidiyet, meşruiyet ve sadakatin gereği ahlaklı, erdemli olmayı, ötekine saygıyı) gerçekleştiriyordu hem de birlik ve düzeni (mensubiyetin gereği emniyeti, adaleti, barışı, asayişi) sağlıyordu.
Çünkü kelime şehadet getirmek hem Allah’ı (c.c.) tesbih ve tazim, hem de Hz.Peygamber’in (s.a.v.) ümmetinden olmayı tasdik ve ilan etmekti. Dolayısıyla devleti kurtarmak, aidiyeti (dini, imanı, Allah’la bağı) ve mensubiyeti (ümmeti, İslam milletini, Hz.Peygamber’le (s.a.v.) bağı) korumak ve sürdürmekti. Toprak kaybetme ve devletin yıkılma ihtimali felaketlerinin doğurduğu Osmanlı’da köklü iki korku, aidiyet (kulluk, Allaha teslimiyet) ve mensubiyetin (ümmetle kader birliğinin) sona ermesi ihtimalinden kaynaklanıyordu.
Cumhuriyet bir devleti kurtarma operasyonuydu; Lozan’da yeni devleti ilan etme, yeni toplum kurma oldu. Osmanlı ile Cumhuriyet arasında derin bir sürekliliğin bulunduğunu düşünenler elbette belli noktalarda haklılar: Cumhuriyet son tahlilde Osmanlı’dan Anadolu Coğrafyası’nı, üzerinde yaşayan Müslüman halkı, Kur’an-ı Kerim’i ve koca bir medeniyeti (camileri, evleri, mezarlıkları, çarşısı, tekkeleri ve medreseleriyle) devraldı.
Fakat Cumhuriyet, İngilizlerin işgal edince yapacağı şeyi yaptı; devletin temin ve temsil ettiği aidiyet ve mensubiyet bağlarını parçaladı. Osmanlı devleti, din (tevhid, Allah’a aidiyet) ve millet (ümmet) üzerine inşa edilmiş bir yapı, hatta ülküydü çünkü. Merkeziyetçi modernleşmeyi ve etno-seküler milliyetçiliği ilke edinen Cumhuriyet’in kurucu kadroları ve toplum mühendisleri, bu manada devletin içini boşalttılar; din ve milletin yerine, pozitivist bir sekülarizm ve nüansları olmayan dışlayıcı bir etnisizm koydular.
Tepeden inmeci modernleşme amacını gerçekleştirmeye çalışan yeni Batıcı iktidar ve kadroları, zecrî tedbirlere başvurmakla kalmadı, aynı zamanda Türkiye’nin din ve millet koordinatlarına yabancılaştı. Batılılaşma, Allah’a aidiyetin yerine bilime, sermayeye ve kapitalist modern uygarlığa aidiyet, İslam milletine mensubiyet de Batı’ya mensubiyet haline geldi.
50’li yıllarda köye gelen bir kaymakamı ya da karakol komutanını gören çocukların “Kaçın hükümet geliyor!” diye bağırmasına şaşırmamak lazım. Türkiye’nin modern dönemdeki korkularını, devletin temin ettiği ve koruduğu bu iki temel bağına irca etmek mümkün: Din ve millet.
Dün olduğu gibi bugün de Cumhuriyetçi / Batıcı toplum mühendisleri, Türkiye’de toplum aidiyet bağını güçlendirip dinin alanı genişlediğinde Cumhuriyet’in gerici bir rejim haline geleceği; mensubiyet bağını güçlendirip etnik ve kültürel kimlikler kucaklandığında ise ülkenin üniter yapısının yok olacağı korkusunu taşıyorlar.
Bu iki korku ve öngördüğü gericilik ve bölücülük olarak kavramlaştırılan iki felaket, Cumhuriyet’in toplum mühendislerinin bir tarafta seküler-modernleşmeci zihniyetini, öte tarafta etnisiteye dayalı ulus tasavvurunu ele veriyor.