Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beraber, küresel güç haline gelen kapitalizmin ilerlemesi kendisine yaratacağı düşmanlar ile mümkün olacağından, bu noktada emperyalizmin düşmansız kalması söz konusu olamazdı. Dünya kapitalizminin lideri ve kalbi olan Amerika, üstünlük sağlayan bu konumunu ve bu özelliğini devam ettirebilmek için kendisine düşman yaratmak zorundaydı.
Nitekim Amerikalı bir düşünür olan Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi, ABD merkezli bir dünya okuması ve düşman yaratmak üzerine hazırlanmış bir dış politika aracından başka bir şey değildi.. Huntington’un dünyada ses getiren sözkonusu makalesindeki açıklamalarından, pek belirgin bir şekilde olmasa bile “Sovyetler Birliği’nin yerini İslam almalıdır..” şeklinde imalara rastlanılmaktadır.
Prof. Dr. Hamid Algar’ın “Medeniyetler çatışması için iki medeniyet gerekir. İslam medeniyeti var ama onun karşısında Batı medeniyeti gerçekten var mıdır?” sorusu[1] hala Batı ya da Batıcılar tarafından cevaplanmamıştır.
Sorunun sahibi Hamid Algar, “Batı'daki manevi, kültürel, entellektüel ve ahlaki seviyeye “medeniyet” ismini vermek gerçekten problemli bir durumdur. Eğer bu medeniyet ise ancak nefs-i emmâre medeniyeti olabilir.” şeklinde cevaplıyor. Nefs-i emmâre medeniyeti demek, kapitalızm / emperyalizm, yani barbarlık demektir. Algar, “Tabii Batı'da ahlaklı, namuslu ve çalışkan birçok insanın var olduğunu gözardı ediyor değilim ama genel durum böyle.” diyor. Çürütemediği insanlar istisna olarak bir kenara konsa da Batı, son 500 yıllık tarihiyle emperyalizmin ve kapitalizmin temsilcisidir.
Batılı ideolojileri topluca değerlendiren Hamid Algar, “Toplum tam bir bönlük, (düşüncesizlik) içine zorlanmıştır, her yönden saçma fikirler insanların beynini işgal etmektedir. Amerika'da ve Batı Avrupad'aki gençler için gerçekten çok üzgünüm. Üzgünüm zira bu zavallı insanlar her açıdan kuşatılmışlardır.” diyerek Batı’daki kalın kafalılığın kabalığının da nedeni olduğunu bir kez daha vurguluyor.
Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi, emperyalizm ve kapitalizmi “medeniyet” kelimesiyle meşrulaştırma gibi bir hileyle mağlul. Bir asır önce, 20. yüzyılın başında yazılan İstiklal Marşı’nda “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.” diyerek emperyalizm ve kapitalizmin portresini anıtlaştırmadık mı?
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çıkarılması ve Türkiye Cumhuriyeti olarak Batı’nın “etki” denilen elinin altında kalmamız medeniyet getirme adı altında bir barbarlık operasyonuydu. Kapitalist dünya, ülkemizdeki iktidarlara aidiyet bağını koparmaktan doğan din korkusunu, yukarıdan aşağıyla merkeziyetçi modernleşmecilik ve sekülarizm ile aşmayı dayattı. İslam’ın yerine “medeniyetçi Türkçülük”ü ikame eden Cumhuriyet mühendisleri, “medenileştirme projesi”nin din sorununu kökünden halledeceğine kesin olarak inanmışlardı: Medeniyet, insanlığın en ileri safhasını temsil ettiğine göre, dinin yerine onu ikame etmek mantıklıydı. Türklüğün bekası, medeniyet dairesinde kalmasına bağlıydı.
Cumhuriyet’in medeniyetçiliği, aynı zamanda Türk Tarih Tezi’nin de temelinde yatıyordu. Buna göre Türkler bütün medeniyetlerin kökeninde bulunuyordu. Yunan, Hitit, Roma, Hint, ve diğer medeniyetlerin hepsini Türkler mümkün kılmıştı. Yani aslında ‘medeniyeti’ kuran Türklerdi. Bu medeniyet(çilik) vurgusunun arkasında, Avrupalılaşmaya karar vermiş Cumhuriyet elitinin buna makul ve meşru bir çerçeve bulma çabası vardı. M.Ö. 4. yüzyılda medeniyet Yunan kimliğini taşıyordu. Bugün o, Avrupa’dır. Yani, Peyami Safa’nın dediği gibi, Türkler Avrupalılaşarak kendilerinden uzaklaşmamakta, bilakis medeniyet projeleri bağlamında kendilerini yeniden bulmakta ve asıllarına dönmüş olmaktaydılar. “Beyaz Adamın Yükü” olan “medenileştirme misyonu” ile bu toplum mühendisliği arasında ne hazin bir benzerlik var!
Toplumun İslam milletinden kopartılması, dinin yerine Avrupa medeniyetinin, milletin yerine etno-seküler Türklüğün konması için yeni tanımların yapılması, yeni kurumların açılması kaçınılmazdı. 1912 yılında kurulan Türk Ocakları, amacını, Balkan Harbi’nin o zorlu günlerinde şöyle tanımlamıştı: “…akvam-ı İslamiyenin bir rukn-u mühimmi olan Türklerin milli terbiye ve ilmî, içtimaî, iktisadî seviyelerinin terakki ve alasıyla ırk ve dilinin kemaline çalışmak…”
Fazla değil, 10 yıl sonra Türk Ocakları öyle bir noktaya gelecektir ki başkan Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Türk Ocağı’nı ‘Batıcı ve terakkiperver’ bir kuruluş olarak tanımlayacak ve ona “Batı’nın Doğu’daki temsilcisi” sıfatını yakıştıracaktır. Aynı Hamdullah Suphi, Birinci Millet Meclisi’nde Evrak ve Tahrirat Müdürü olarak çalışan Necmettin Sahir (Silan) Bey’in 1921-1923 yılları arasında yaptığı “ilk meclis anketi”nin tek sorusu olan “kazanılacak olan milli istiklal mücahedemizin feyizdar ve semeredar olması neye mütevakkıftır” sorusuna şu cevabı verecektir: “Garp medeniyetinin beşeri bir medeniyet olduğunu idrak etmek İslam milletlerini mumya gibi içinden olmuş bir kalıp halinde tutan ve her şeye şümulü olan muhafazakarlığı terk etmeli. Memleketi aşar-i atika müzesi gibi canı çıkmış, köhne müessesatın, düşüncelerin mahfazası olmaktan kurtarmalı. Maarif namına yeniden baş gösteren irticaın ne korkunç bir hortlak olduğunu çok vakit geçmeden takdir etmeli… Ruhumuza vaazdan, edebiyattan, ağlar bir musikiden, mezarlık üstüne bakan köy, kasaba ve mekteplerden gelen mevt ve fena felsefesi yerine aşk-ı hayat ikame eden yeni bir felsefe sokmaya çalışmalı.” Medeniyet kılığına bürünmüş barbarlığın bizde böyle bir asırlık tarihi var..
Dünyada olup bitenler, medeniyet barbarlık, İslam kapitalizm çatışmasından başka bir şey değil. Küresel medya ağıyla ve parlak söylemlerle gerçek savaş ne zamana kadar gizlenebilir? Elbette medeniyet barbarlığa son verecek..