Bugun...
SEZAİ KARAKOÇ VE DERGİLER: 11. Siyasal Yılları


Yüksel Kanar
 
 

facebook-paylas
Tarih: 03-01-2017 22:22

Üniversite sınavları sonucunda burslu olarak Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanan Sezai Karakoç, başka türlü okuma imkânı olmadığından, İstanbul’dan ayrılmayı istememesine rağmen Ankara’ya gitmek zorunda kalır. Cebeci semtindeki fakültenin bir tarafı da yurttur. Fakülte, bodur ağaçların bulunduğu bir tepenin eteğindedir. Karakoç, ara sıra o tepeye çıktığını ve ders çalıştığını belirtmektedir.

İlâhiyat ve felsefe fakültelerinden birinde okuma imkânı bulamayıp da SBF’de okumak zorunda kalınca kendi kendine bir karar alır: Burada sınıf geçecek kadar ders çalışacak, asıl ağırlığı ise sosyoloji okumalarına verecektir. “Mizaç itibariyle teoriye eğilimliydim. İdareci, maliyeci ve hariciyeci olmak gibi bir isteğim yoktu. Doktor, veteriner, mühendis olmak cinsinden bir arzumun olmaması gibi. Lisedeyken de daha çok ilmi çalışma yapmak, mümkün olduğu kadar ilimde derinleşmek diye özetlenebilirdi hedefim. Şair olmak, yazar olmak gibi bir düşüncem de yoktu. Yazarlığı bir meslek olarak asla düşünmüyordum. Hatta bugüne kadar da böyle bir düşüncem olmadı. O zaman hiç meslek düşüncesi yoktu bende diyebilirim. Bilim ve edebiyat dünyasında yaşıyordum sanki. Matematik (bilhassa cebir), sosyoloji, felsefe, psikoloji, tarih konularına fazlasıyla eğilmem, ders olarak değil, bilgiye susuzluğum, düşünce ihtiyacımın giderilmesi; edebi eserler okumam da, diyebilirsek, duyarlık ve muhayyilemin tabii beslenişi içindi. İlle de bir şey olmak gerekirse, lisedeyken öğretmen olmak, üniversiteye başladığım yıl da üniversitede hoca olarak kalmak düşüncesinde olduğumu söylemek mümkün. Yani ilim ya da öğretim adamı olmak, meslek çerçevesinde seçebileceğim tek yoldu. Gidebildiğim kadar teorik planda ilerlemekten kaçınmama, tabiatımın bir sonucu olarak tahmin olunabilir. Ancak, SBF’ye girmiştim. Bu fakülteden ise idareciler, maliyeciler ve hariciyeciler çıkıyordu. Benim bu tür iyice pratik olan mesleklerde asla gözüm olmadığı gibi, inanç ve idealim de, o gün, zıt bir zihniyete sahip devlet kadrosunda bu görevlerle yer almayı düşünmeme engeldi. Tek yol kalıyordu. SBF birinci sınıfında bulunan sosyoloji dersinde derinleşip mümkün olursa fakülteyi bitirince bu kürsüde kalmak. Gerçi o zaman bu ders, bir kürsüye bile sahip değildi. Asıl ders hocası da yoktu. Sonraki yıllardadır ki, SBF’de sosyoloji ve sosyal psikoloji ile ilgili kürsüler kuruldu. SBF’de ancak son sınıfta şube ayrımı yapılırdı. Mali, idari, siyasi (harici) şube diye üç şube vardı.” (“Hatıralar”, Diriliş, dönem: 7, sayı: 42, 5 Mayıs 1989)

Mülkiyede ilginç insanlarla karşılaşır. Okula girişinde ilk karşılaştığı, baş hademedir. Onu baş muavin gibi biri sanar. Çünkü bütün hademeler, karşısında tir tir titriyorlarmış. En uzakta olanlar bile onun tarafından izlendiklerini düşünüyorlar, bu sebeple de herkes görevini titizlikle yapıyormuş. Aslında çoğu hemşehrisi olan bu hademeleri bulup getiren ve burada işe yerleştiren de oymuş. Bir diğer ilginç insan kütüphane görevlisiymiş. “On bine yakın kitabın bulunduğu kütüphanede görevli birisi ise, kitapların yerini, ismini, şeklini, o anda hangi numaralı öğrencide olduğunu bilirdi. Korkunç bir hafızaya sahipti. Geçmişte Mülkiyede öğrenci olup da sonradan devletin çeşitli kademelerinde görev alan, bakanından kaymakamına kadar nice kişinin numarasını dünmüş gibi hatırlardı. Kütüphanede her birinin oturduğu yeri gösterir, şu şurada, şu şurada otururdu derdi. Eski öğrenciler yıllar sonra kendisini ziyarete gelirler, bir çiçek ya da sigara hediye getirirlerdi. Bir kitap istediğimizde, ‘o kitap siyah ciltlidir, kenarı yırtıktır, şu anda falan numaralı öğrencidedir’ derdi. Sonradan kütüphaneye, kütüphanecilikten mezun bir müdire alınınca o kitap alıp verme işinden men edildi. Fakat kısa zamanda anlaşıldı ki, müdire hanım bu işin içinden çıkamayacak. Yine görev aynı kişiye verildi. Mülkiyeyi bitirdikten yıllar sonra bir uğrayışımda salonda karşılaşınca: ‘Hoş geldin, 412 Sezai Karakoç’ dedi. Ben biraz tereddüt edince: ‘Ne o, yoksa numaramızı mı unuttuk?’ diyerek gülümsemişti.”

Karakoç bu ilginç adamlar arasında bir de Mülkiyenin ayakkabı boyacısından söz eder: “Medeni kanunun başlangıç maddelerini kelime kelime ezberden tekrar ederdi. Bir yıl, Mülkiyenin yönetmeliğini aradığımızda idarede bile bulamamış, ancak onda olabileceği söylenince, gerçekten kendisinden almıştık. Öğrenci arkadaşlarımızdan biri kaymakam olunca onu çağırmış ve nüfus memuru yapmıştı sonraki yıllar.”

Sezai Karakoç anılarında bazı hocalarından da bahseder. Birinci sınıfta Hukuk Başlangıcı ve Medeni Hukuk derslerine giren Arık ailesinden Fikret Arık dersleri aksatmaz, mutlaka derste bulunurmuş. Bütün hukuki işlemler için verdiği örneklerde hep yanında bulundurduğu çantasını kullanırmış. Yine bir gün çantasının üzerine bir hukuki işlemde bulunmak gerekince ona bakıp “artık bu çanta da bir işleme konu olmayacak kadar eskidi ya, yine de olsun” diyerek örneğini vermiş.

İktisat hocaları, sonradan 1960 ihtilalinin Maliye Bakanı olup “hazine tam takır, kuru bakır, içine fare düşse başı yarılır” diyen Şefik İnan, sakin bir insanmış.

Sosyoloji hocaları Sadun Aren imiş. Aren, “propagandadan” bir ilim olarak söz etmiş derste. Vaziyetalışlar Psikolojisini işliyormuş. Bir gün kütüphanede Muzaffer Şerif Başoğlu’nun aynı konuda küçük bir kitabını bulan Karakoç, kendisine götürüp okuyup okumama konusunda danışıyor. O da: “Bunu nerden buldun? Ben de zaten dersi ordan anlatıyorum” demiş. Karakoç, Muzaffer Şerif Başoğlu’nun Muasır Psikoloji Cereyanları adlı bir çevirisini de bulmuş ve ondan da çok yararlanmıştı.

Şubatta Fakülte bir ay tatile giriyormuş ve tatilden önce de bir sınav yapılıyormuş. O yıl sınav sosyoloji dersinden yapılmış ve soru bir kompozisyonluk soruymuş. Tatil dönüşü Sadun Aren derste yazısını çok beğendiğini söylemiş ve büyük övgülerde bulunmuş. Kâğıdının her tarafını kırmızı kalemle “pek iyi”, “çok iyi” gibi sözlerle doldurmuş. Daha sonra sınıfta bir tartışma olduğunda mutlaka “bir de Sezai’nin fikrini alalım” dermiş. “Sadun Aren aslında iktisat hocasıydı fakat bize sosyolojiye geliyordu. Sene sonunda hem kendi dersine, hem de iktisat imtihanına geldi. Aren’in imtihanının özelliği, her öğrenciye hemen hemen bütün kitaptan sorması ve şansa yer bırakmamasıydı. Onun için imtihanları uzun, gece yarılarına kadar sürerdi. İmtihanlar, iki ders hariç, sözlüydü. C. Süreya, bir yazısında bana SBF birinci sınıfında asistanlık teklif edildiğini, benim reddettiğimi yazmış. Bir öğrenciye daha fakülte birinci sınıftayken asistanlık teklif edilmez tabii. Kasdettiği, Sadun Aren’in imtihan kâğıdından ötürü gösterdiği ilgi idi. Aren zeki, sözlerini ölçüp tartarak söyleyen bir hocaydı. Ancak, belli sınırların dışına çıkamazdı. 40’lı yıllarda adeta mistik bir bağla bağlanılan marksist doktrinin kapanı içinde dört dönen bir kuşağın üyesiydi. Sanırım Behice Boran’ların, Niyazi Berkes’lerin etkisiyle Marksist olmuştu. Fakültede marksizmin açık propagandasını yapmazdı, ancak zeki ve çalışkan öğrencilerle samimi bir diyalog kurar, genel konuşmasıyla yavaş yavaş etkileme stratejisini uygulardı. Bugüne kadar, hep aynı yolu izlemiştir. Üslubu olan Marksist bir iktisatçıdır. İlk çizilen ufukların ötesini hiç merak etmemiş bir görünümdedir. Sanki, o ilk sınırların ötesi yoktur. Ya da yaklaşılmaz korkunç bir hiçlik vardır orda. Ya da insanın batıp kalacağı bir pislik.”



Bu yazı 7876 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
Henüz anket oluşturulmamış.
YUKARI