Bugun...
SEZAİ KARAKOÇ VE DERGİLER: 7. “Okuldan atılsam bile davamdan vazgeçmem.”


Yüksel Kanar
 
 

facebook-paylas
Tarih: 03-08-2016 17:38

1949 yılı yaz tatilinde de Ergani-Diyarbakır arasında Karayollarında iş bulan Sezai Karakoç, Diyarbakır’a 20, Ergani’ye 40 km uzakta Deveboynu geçidi denilen yerde, kum çıkartan işçilere nezaret ediyor ve çalışma defterini tutuyordu.

Kum, Artukilerden kalan bir köprü altından geçen sudan çıkarılıyordu. Çalışan işçilerin yedikleri tek şey neredeyse ekmekten ibaretti. “İşçilere köylerinden bohça ile darı ekmeği gelirdi. Bol miktarda ekmek yerlerdi. Başka da bir katık yoktu. Akşamları ekmeklerini yedikten sonra halay çekerler, sonra düşüp yatarlardı. Ben çadırda kalırdım. Onlar dışarda yere serilip uyurlardı. Civar bostanlardan kavun karpuz çalıp yiyorlardı” (Hatıralar, Diriliş, 27 Mart 1989, 7. Dönem, sayı: 36).

Bir ara çalışanların birer birer sıtmaya yakalanmaya başlamış. Hastalanan ekip gidiyor, yerine yenileri geliyormuş. Böylece birkaç ekip değişmiş ve sonunda ne işçi kalmış, ne de kum taşıyan kamyon. “Ben, orda öyle, çadırı bekler gibi duruyordum. J. J. Rousseau’nun Emil’ini ve benzeri (Ahlâk’ın Ahlâksızlığı, İnsan gibi) felsefi eserleri okumaya çalışıyordum.”

Bu arada hatıralarında, daha ortaokuldayken Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ını okuduğunu öğreniyoruz. Ergani’nin ileri gelenlerini anlatırken, baba tarafından akrabaları olan Vehbi Bey adlı zattan söz etmektedir. İkinci dönem milletvekilliği yapmış, sonra gelip Ergani’ye yerleşmiş. Zaman zaman da Diyarbakır lisesinde edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Aruzla ve divan tarzında şiirler yazan Kâzım Vehbi Bey’in hafızasında da çok şiir varmış. Onun:

Uzaklardan dahi bir lem’a-i tebşir yoktur yok

Veya:

Yahya-yı zî-kemâl ne haldedir acep

Gibi mısraların da yer aldığı gazellerinden seçmeler 1974’te bir kitapta toplanmış. Diriliş’te de kendisiyle yapılan bir konuşma yayınlanmış. Mecliste şairliği yanında hatipliği ile de tanınırmış.

Karakoç çocukluk döneminde bizzat tanıdığı Kâzım Vehbi Bey’le ilgili şunları anlatıyor:

“Kahvede otururken, başkalarıyla genel olarak bir mesafe muhafaza eden Kâzım Vehbi Bey, çocuk olduğum halde bana çay ısmarlamış ve benden iltifatını esirgememiştir… Bir gün ben daha ortaokuldayken, babama: ‘Sezai ne yapıyor?’ demiş. Babam: ‘Hüsn ü Aşk’ı okuyor’ cevabını verince: ‘Yahu, demiş, Hüsn ü Aşk’ı ben anlamıyorum, Sezai nasıl anlayacak?’ Tabii ki, lâtife yapmış. Yoksa kendisinin Hüsn ü Aşk’ı anlamaması söz konusu olamazdı. Yaşıma göre, eserin ağır olduğunu böylece belirtmek istemiş. Ortaokul öğrencisi için tabii ki Hüsn ü Aşk ağır bir metindir. Ben de o sıra, ancak antolojilerdeki parçalarını okuyordum Hüsn ü Aşk’ın. Sonraki yıllarda da, hakkımda iltifat ve medihlerde bulunmuş, ‘ancak, demiş, Sezai’nin vitrini yoktur.’ Bununla, reklamdan kaçınan bir mizaçta olduğumu belirtmiş ki ben bunu en büyük bir iltifat sayıyorum.”

Lise son sınıfta, dini dogmatik düşünce vb. ifadelerle eleştiren, bu yüzden de çoğu kez çatıştıkları genç bir felsefe hocalarından söz eder: “Notumu düşürmezdi bu fikir ayrılığı yüzünden. Hep 10 verirdi. Tartışmaya da açıktı. Benim parmak kaldırıp itiraz etmem, arkadaşları da cesaretlendirmişti. Parmak kaldıranlar artmıştı. Bir gün, hocanın bir sözü üzerine, itiraz için, hemen sınıftaki öğrencilerin hepsi parmak kaldırdı. O zaman, felsefe hocamız: ‘yahu, önceleri kimse itiraz etmezdi. Sezai, sen bütün sınıfı karşıma geçirdin’ dedi. Bununla birlikte, tartışmalarımız, düşünce planında kalırdı. Hoca olsun, öğrenci olsun kimse centilmenlik sınırlarını zorlamazdı.”

Bu arada Büyük Doğu ve Necip Fazıl karşıtlığı bu genç felsefe öğretmeninde de vardır. “Bir gün, felsefe hocam, akşam mütalaaya gelip yanıma oturdu; ‘Sezai, sende Büyük Doğu’lar var mı?’ dedi. Bende, o sıralar dört sayfalık küçük gazete biçiminde çıkan Büyük Doğu cildi vardı. Merak ettiğini sandım, onu kazanmak umuduyla, ‘Var. Niçin istiyorsunuz’ dedim. Necip Fazıl’ın, komünizm konusunda, Marmara Lokalinde verdiği uzun bir konferans, birkaç sayıda tefrika edilmişti. ‘Var’ dedim. Ne yapacaksınız?’ Hoca: ‘Bakanlık onu toplatmamızı istiyor. Alacağız senden’ dedi. ‘Hocam, benden alamazsınız. Dergi kapatılmamış, toplatılmamış, buna hakkınız yok’ dedim. Ve blöf olsun diye: ‘Ben Necip Fazıl’a yazar, sizin dergiyi toplattığınızı bildiririm’ dedim. ‘Sen Necip Fazıl’ın casusu musun?’ dedi. ‘Hayır, dedim. Ben bir okurum. Casus, gizli işler çeviren Bakanlık ve sizsiniz. Kanun dışı davranışlarınızı bildirirsem, o da durumunu bilir, haklarını savunur.’ Herhalde bu sözlerim etkili oldu ki, aldığı cildi bir iki gün sonra geri getirdi: ‘Sakın N. Fazıl’a yazma’ dedi. Zaten yazacak değildim. Cildi geri alabilmek için öylece söylediğim bir sözdü bu. O zaman yazsam, Necip Fazıl, belki dergisinde yazacak, okul da beni okuldan uzaklaştıracaktı. Bu bakımdan yazma ihtimali yoktu. Esasen bu türlü ihbarlarla uğraşma mizacında da değilim.”

Üstad Sezai Karakoç’un bir Büyük Doğu okuru olarak başına gelenler elbette bunlardan ibaret değildir. Belli ki, Gaziantep Lisesinde Sezai Karakoç adındaki öğrenci, edebiyat alanındaki başarıları en önde olmak üzere bütün derslerinde çok başarılı bir öğrenci olarak zaten bütün hocalar tarafından tanınmaktaydı. Ama o, düşünce yapısı olarak da Büyük Doğucu olarak yine bütün hocalar tarafından tanınmakta ve izlenmekteydi. Nitekim yine bir başka olayı şöyle anlatıyor:

“Bir gün de edebiyat hocam geldi: ‘Sende Büyük Doğu var mı?’ dedi. Ben de bir arkadaştan, dayısına ait ciltleri emanet almıştım. Hocanın okuyacağını düşünerek sevindim. ‘Var’ dedim. ‘Nerde’ diye sordu. ‘Pansiyonda, dolapta’ dedim. ‘Onları görmek istiyorum’ dedi. Getirmek için gidecekken hoca da benimle beraber geldi. Hatta pansiyonumuzun kapısı, çerçevesi çıkarılmış ufak bir pencere idi. Adeta iki kat olup giriyorduk ordan. Ben içeri girdim, hoca da girdi. Dolaptan ciltleri çıkardım. Hemen aldı. Gittik. 10-15 gün, ya da daha fazla bir zaman geçti aradan. Hocadan bir ses çıkmadı. Şüphelendim. Bir gün: ‘Hocam Büyük Doğu’ları okudunuz mu?’ dedim. ‘Baktım’ dedi. ‘İade etmenizi isteyebilir miyim?’ dedim. ‘Sezai, dedi, onları geri veremeyiz. Bakanlıktan emir geldi. O sebeple senden aldık.’ ‘Ama, dedim, siz o şekilde söylemediniz. Beni aldattınız. Sanki okuyacakmışsınız gibi göründünüz.’ ‘Başka türlü yapamazdık’ dedi. O zaman canım sıkıldı. Ben de çaresiz blöfe müracaat ettim. ‘Hocam o dergiler benim değil. Emanetti. İade etmezseniz, sizi mahkemeye vermek zorunda kalacağım’ dedim. Aslında o zaman nerden mahkemeye müracaat edecektim? Mahkemeye müracaat etsem, kim dinleyecekti? Fakat, nasılsa sözüm etkisini gösterdi. Hocam, dergi ciltlerini getirdi. Ben de arkadaşıma iade ettim.” (Hatıralar, Diriliş, 7 Nisan 1989, 7. Dönem, sayı: 38).

Görüldüğü üzere çalışkanlığı ve Büyük Doğu okuması ve onun fikriyatını sonuna kadar savunmasıyla tanınan bu öğrenci, aynı zamanda takibata uğruyordu. Büyük bir ihtimalle okuldan atılması düşünülüyordu. Anlattığı şu olay da bunu göstermektedir:

“Bir gün de, edebiyat hocam, beni, sabah derse girmeden çağırdı.: ‘Gel Sezai, biraz konuşalım’ dedi. Salonda öğrenciler arasında dolaşarak konuşuyorduk. ‘Büyük Doğu’yu okumaktan vazgeç’ dedi. ‘Hocam, siz okuyor musunuz?’ dedim. ‘Hayır’ dedi. ‘Hocam, dedim, öyleyse size tavsiye ederim okuyun.’ Hocam: ‘Sezai, dedi, N. Fazıl’ın şiirlerini severim, okurum. Beni ideolojisi ilgilendirmiyor. Ama benim korkum, sana bir zarar gelmesidir. Okul idaresinden bir zarar görebilirsin.’ Anlaşılıyordu ki, benim durumum tartışılıyordu. Kimbilir belki de, okuldan atılmam bile söz konusu oluyordu. Ama bir kötülüğüm ve yaramazlığımın görülmemiş olması, ders durumumun çok iyi oluşu, belki de beni yetenekli görmeleri, onları düşündürüyordu. Ben, genç öğrenci radikalliği içinde: ‘Hocam benim için hiç endişelenmeyin. Ben, okuldan atılsam bile davamdan vazgeçmem’ dedim. Hocam çok endişeliydi. Üzgün bir şekilde gitti. Bir müddet sonra sert görünüşlü tarih hocamız, müdür beni çağırdı. ‘Büyük Doğu’daki fikirlerin ve davanızın ne olduğunu, her gün derslerden sonra gelip bana anlatacaksın’ dedi. Ben de günlerce, koltuğumda mevcut dergiler, ikindi vakti müdürün odasına taşındım durdum. O sorular soruyor, ben anlatıyordum. ‘İstiklal Savaşı için ne düşünüyorsunuz? İnkılâplar hakkında ne düşünüyorsunuz?’ gibi sorular soruyordu. Ben de, bildiklerimden, okuduklarımdan dilimin döndüğü kadar anlatıyordum. 10-15 gün kadar sürdü bu.” 



Bu yazı 5099 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
Henüz anket oluşturulmamış.
YUKARI