Bugun...
SEZAİ KARAKOÇ VE DERGİLER: 8. Yayınlanan ilk şiir, ilk yazı


Yüksel Kanar
 
 

facebook-paylas
Tarih: 27-08-2016 23:33

Gaziantep’te lise son sınıftayken, bir duvar gazetesi çıkmaktadır. Gazetenin yönetmeni aslında Sezai Karakoç’tur. Okulda çeşitli etkinlik kolları bulunmaktadır ve Edebiyat Kolunun öğrenci başkanı da odur. Başkan olarak bir dergi odası da oluşturur ve dışardan alınan dergiler bu odaya konularak isteyen öğrencilerin okumaları sağlanır.

Lise birinci sınıf öğrencilerinden birkaç kişi de müzik kolundandır. Bunlar da duvar gazetesine müzikle ilgili yazı getiriyorlar zaman zaman. Yine bir keresinde bir yazı getirirler ve Karakoç yazıyı bakmadan gazetenin müzik köşesine koyar. Yazı okulda büyük bir gürültüye sebep olur ve haksız yere Sezai Karakoç suçlanır: “Bir gün ‘müzik hocası seni çağırıyor’ dediler. Gittim. ‘Gel’ dedi. Beraber yürüdük. Duvar gazetesinin olduğu yere geldik. Gazeteyi çekip ortasından yırttı. ‘İşte bunu ben böyle yırtarım’ dedi. Sebebini sorduğumda: ‘Siz nasıl olur da, dünyanın en büyük müzik üstadına frengili dersiniz?’ dedi. Meğer o arkadaşlar Türk musikisi taraftarı olarak işgüzarlık yapmışlar, yazılarında Bethoven’in aleyhinde bulunmuşlar ve ona frengili demişler. Ben, hocaya, yazıyı okumadığımı, kendisinin de gazetemizi yırtmak yerine, bir cevap yazarak arkadaşları aydınlatmasının daha iyi olacağını söyledim. Ama, müzik hocası kendisini kaybetmiş, haykırıyordu: ‘Bir de cevap yazacakmışım. Siz dünyanın en büyük müzisyenine nasıl hakaret edersiniz?’ deyip duruyor ve burnundan hızlı hızlı soluyordu. Gazetenin idarece görüldüğünü, denetimden geçtiğini, bize bu konuda bir şey söylenmediğini belirttimse de müzik hocasına anlatamadım. Gazete, o şekilde yırtık bir durumda kaldı. Gidip müdür muavini olan edebiyat hocamıza durumu anlattım. Psikolog müdür de tayin edilip gitmiş, müdür muavini, sonra baş muavin olan tarih hocamız, bu kez müdürümüz, edebiyat hocamız da başmuavin olmuştu. Duvar gazetesinde yönetmen olarak benim görünmemi idare kabul etmemişti. Bizzat idarenin gazetesi olarak görünüyordu gazete. Müzik hocasının gazeteyi yırtmasına kızdı edebiyat hocamız”.

Daha önceki sınıflarda iyi bir okuyucu olarak dergileri takip eden ve yazı ve şiir denemeleri yapan Sezai Karakoç, lise son sınıfta böylece bir duvar gazetesi yönetmeni olarak yazılar yazmaya başlamıştı. Bu arada Fransızcasını da geliştirmiş, Fransızca hocasının kendisinden daha iyi olduğunu söylediği çeviriler yapıyordu.

Aklına geldikçe mısralar, beyitler, kıt’alar yazdığını belirten Karakoç, daha ortaokuldayken yazdığı Ergani şiirinden sonra, zaman zaman kendini zorlamadan birşeyler karaladığını söylüyor. Bazen okuduğu bir kitabın kapağına yazdığı bir iki mısraya, daha sonda kitapları karıştırırken rastladığını yazıyor. Bu yıllarda, bir dut ağacının gölgesinde yazdığı ve:

Gölge deniz gibi, gölge göl gibi

Bir dut ağacının eteğindedir

Mısralarıyla başlayan 4-5 kıtalık bir şiirin, bir bakıma ailelerini sembolize ettiğini de ifade ederek söz konusu dut ağacının askerde ölen ağabeyinin doğduğu yıl dikildiğini belirtiyor.

Lise ikinci sınıfta ise Nef’i’nin gazellerine özenerek gazeller yazmayı deniyor: “Aruz veznini deniyordum. Bütün bunlar kendiliğinden oluyordu. Bir niyetten çok, bir iç itiş sonunda ortaya çıkıyordu bu kırık dökük mısralar. Yazdıktan sonra da yırtıp atıyordum. Lise üçüncü sınıfta da bu türlü şiir, mensur şiir denemelerim oluyordu. Duvar gazetesinde bu şiirleri yayınlamıyordum. Sadece nesir yazıyordum.”

Bir gün şiirlerinin kalitesini denemek için Mehmet Leventeoğlu imzasıyla Büyük Doğu’ya bir şiir gönderiyor. Şiir, “Dergiye gelen üç yüz şiirin arasından seçilerek yayınlanmıştır” notuyla birlikte yayınlanıyor. Bu şiir Karakoç’un yayınlanan ilk şiiridir. Daha sonra kitaplarına alacak güçte bulmadığı bu şiirden aklında kalan şu kısımda Necip Fazıl etkisi kendini gösteriyor:

İlim:

merdiven daya

çık aya

İmân:

al eline bastonu

sonu

sonsuza yürü

sürü sürü

putları kıra kıra

var (Var)a.

Yine ilk yazısı da lise son sınıfta, bu kez Mehmet Leventoğlu’nun kısaltılmışı M. L. imzasıyla, Gaziantep’te yeni yayınlanmaya başlayan Dernek isimli bir dergide yayınlanıyor.

Anılarının buraya kadarki kısmında üzerinde fazla durmamasına rağmen, Sezai Karakoç, lise yıllarında –kendisi öyle kabul etmese de– iyi derecede Fransızca öğrenmiştir:

“Bir gün, Fransızca hocam O. Gürsel, bana bir hikâye kitabı verip içinden bir hikâye çevirmemi istedi. Doğrusu ben fransızcamı hikâye çevirecek güçte bulmuyordum. Ama hocamı kırmamak için kendimce çevirip verdim. Hikâyenin adı, hatırımda kaldığına göre: La chambre eclairee idi. Ben ‘Işıklı Oda’ diye çevirdim. Aradan bir zaman geçti. Bir gün hocam beni öğretmenler odasına çağırttı. Gittim. Hoca, odayı biraz canı sıkkın bir şekilde arşınlayıp duruyordu. Bir müddet dolaştı: ‘Sezai, dedi, sana bir şey söyleyeceğim, ama nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum’. Sıkıldığı belliydi. Nihayet: ‘Hani sana verdiğim bir hikâye vardı ya, çevirmek için. Ben onu çevirmiş, bir dergiye vermiştim. Onu yayınlamışlar. Çok üzüldüm’ dedi. ‘Bunda üzülecek bir şey yok hocam, dedim, ben memnun oldum’. ‘Ama seninki bir daha yayınlanamayacak. Benimki yayınlanmış oldu’. ‘Hocam, benim aklımdan bile geçmedi onu yayınlamak. Zaten çeviriyi yapamadım’ dedim. ‘Yok yok dedi. Meselâ: Benim ‘Aydınlanmış Oda’ olarak çevirmeme karşılık sen, hikâyenin adını Işıklı Oda diye çevirmişsin. Bu, daha iyi’ dedi. Benim çevirimin yayınlanamayacağına ve telif hakkından kaybım olduğuma üzülüp duruyordu. Ben, o çeviriyi asla bir yere göndermezdim. Zaten ikinci bir nüshası da yoktu bende.”

Hanımı da matematik hocası olan fransızca hocası durmadan kitap okuyan birisiymiş ve okulun kütüphanesinden hem kendisi, hem de hanımı adına kitaplar alıyor, kısa zamanda okuyup değiştiriyormuş. “Bana da okumam için kitaplar verirdi. Genel bir şekilde dünya görüşü konularında da konuşurduk. N. Fazıl için de ‘Eline fırsat geçerse, Ahmet Emin’i de, bizi de keser’ diyordu! Basındaki polemikleri bu şekilde yorumluyordu. Çocuksu bir saflığı vardı.”

Yine bu sıralarda Victor Hugo’nun, Napolyon’un bozgun ordusuyla Rusya’dan dönüşünü anlatan “La Retraite de Russie” şiirini manzum olarak çevirmiş ve bu çeviriyi Zekai Baloğlu (daha sonra bakanlık yapmıştır) da kendi sınıfında okutmuştur. Zekai Baloğlu, ders hocaları olmamakla birlikte, belletici hoca olarak etüt saatlerinde (mütalaalarda) bulunurmuş. Bir gün tomarlarla Fransızca gazete getirmiş, bunlardaki makaleleri gözden geçirmesini istemiş. Sezai Karakoç bunlar yanında, o sıralar Nobel Edebiyat Ödülünü alan Steinbeck’in yazılarını da gözden geçirmiş.

Bir gün de Gaziantep’e Nurullah Ataç geliyor. Onu dinlemek üzere öğrencileri Halkevine götürüyorlar. Ataç, konuşmaları arasına Divan edebiyatından birçok güzel beyit ve mısra serpiştiriyor. O zamanlar yazılarında Orhan Veli şiirini savunan Ataç’ın bu tavrı dinleyenlerde sürpriz etkisi yapmış. Daha sonra Ataç okula da gelmiş: “İsim vermeden şair ve yazarların birçoğunu, konuşmalarını ve yüz hatlarını taklit ederek ağırca eleştirdi. Yakup Kadri’yi, Ahmet Hamdi’yi, N. Fazıl’ı. Edebiyat hocamız ve biz bir iki arkadaş dışında kimse anlamadı ima ettiği yazar ve şairleri. Bülbüle ‘sanduvaç’ adını takmıştı o sıralar Ataç. ‘Sandöviç’ kelimesi de dilimize o günler girmeye başlamıştı. Ataç: ‘neden sandöviç’i kabul ediyorsunuz da, sanduvaçı kabul etmiyorsunuz?’ diye kendini savunuyordu.”



Bu yazı 6241 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Hayri Bostan
31-08-2016 17:19:00

Sayın Yüksel Kanar'ın yazısını zevkle okudum. Nedense bana bizim lise yıllarımızı anımsattı. O zamanlar eğitsel kollara başkan ya da yönetici olmak için adeta savaş veriliyordu. Seçim öncesi kulisler yapılıyor, özellikle edebiyat kolunu her kesim ele geçirmeye çalışıyordu. Böyle bir duvar gazetesinde benim de Ziya Gökalp'in İslam Dini hakkındaki görüşleri başlıklı yazım yayımlanmıştı ve bir hocamız o yazıyı oradan aynı şekilde yırtarak indirmişti. Galiba Gökalp o yazısında ibadetlerin Türkçe yapılabileceğine kaynaklardan deliller ve dayanaklar getiriyordu. Yazının sonuna indiğimde "bu yazı 1382 defa okunmuştur" yazıyordu. Kafama takıldı: Neden bizim yazılarımızın sonunda da kaç kere okunduğu yazmıyordu? Bu bazı yazarlara özgü bir ayrıcalık mıydı, yoksa bilmediğim başka bir neden mi vardı? Merak işte...

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
Henüz anket oluşturulmamış.
YUKARI