Basel’de 1897’de düzenlenen ilk siyonist kongre ile başlayan; Balfour Deklarasyonu (1917), 1948 Nekbe Olayı ve Arap-İsrail savaşlarıyla devam eden süreç Orta Doğu’da İsrail sorunu adında kronik bir problem ortaya çıkardı. Camp David’den İbrahim Anlaşmaları’na, İntifada’dan Büyük Dönüş Yürüyüşleri’ne sivil ve barışçıl çözümler denense de İsrail terörü araç edinerek Filistin işgalini ve soykırımını sürdürdü. Ancak Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) 7 Ekim’de başlattığı Aksa Tufanı operasyonu ile Orta Doğu’daki dengeleri sarstı. Dolayısıyla artık Orta Doğu’da 7 Ekim öncesi ve sonrası diye bir ayrıma gidebiliriz.
İsrail'in işgal ettiği bölgelere yönelik 7 Ekim sabahı başlatılan Aksa Tufanı operasyonu sonrası Arap devletleri birçok ikilemle karşı karşıya kalıyor. Mısır’dan Tunus’a, Suudi Arabistan’dan Suriye’ye Arap devletlerindeki statükocu rejimlerin Filistin meselesine yönelik politikalarını belirleme noktasında kritik bir eşiğin içinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu anlamda Filistin meselesine dair Arap devletlerinin önünde birçok senaryonun olduğu görülüyor.
Savaşın dönüşümü
Arap devletlerinin 7 Ekim sonrası izledikleri politika, Arap-İsrail savaşlarının dönüştüğünü ve yeni bir evreye girdiğini gösterdi. 1973 sonrası Arap orduları İsrail ile savaşmayı bırakıp bu görevi Filistinli muhtelif direniş gruplarına devretmişti. Aksa Tufanı ise Arap-İsrail savaşlarının Hamas-İsrail savaşına dönüştüğünü gösteriyor. Her ne kadar İslami Cihad, Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) silahlı kanadı gibi görünüp FKÖ’nün silahlı direniş hareketleri de 7 Ekim’i operasyonel anlamda desteklese de süreç daha çok Hamas’ın İzzeddin el-Kassam Tugayları tarafından icra edildi.
İran destekli Husiler, Hizbullah, Haşdi Şabi gibi milislerin Filistin desteğinin söylem bazında kalması ve Arap rejimlerinin tarihsel yenilgileri İsrail ile savaşın Hamas’a devredildiğini gösteriyor. Dolayısıyla 7 Ekim sonrası Arap devletlerinin İsrail ile savaşmayı göze almayacağı söylenebilir. Kassam Tugayları Sözcüsü Ebu Ubeyde'nin yaptığı açıklamalar da Hamas’ın böyle bir talebinin olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla 1948, 1956, 1967, 1973 yıllarında İsrail ile savaşmış Arap ordularının 7 Ekim sonrası Filistin’e askeri olarak müdahil olma senaryosunun uzak bir ihtimal olduğu söylenebilir. Nitekim bu seçenek yapılan zirvelerde konu dahi edilmiyor.
Normalleşme süreçleri
İsrail’e karşı topyekun bir savaş istemeyen Arap devletlerinin 7 Ekim sonrası Filistin’i ilgilendiren ikinci senaryosu normalleşme süreçlerinin seyri ile alakalı. Camp David’de 1978’de Mısır’ın İsrail’i tanımasıyla başlayan "normalleşme" süreci, kervana 1994’te Ürdün’ün ve 2020’de Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) ve Bahreyn’in dahil olması ile ilerlemişti. Daha sonra Batı Sahra’daki egemenliğinin tanınması karşılığında Fas; haydut devlet listesinden çıkarılması ve dondurulan varlıklarını geri alma karşılığında da Sudan, İsrail ile diplomatik ilişkiler tesis etti. Haziran ayından beri de Suudi Arabistan’ın İsrail ile normalleşeceğine dair bir kamuoyu oluşturulmuştu.
7 Ekim operasyonları doğrudan bu normalleşmelere bir meydan okuma olarak icra edildi ve süreçler askıya alındı. Ancak çatışmaların statükocu bir şekilde sona erme ihtimali normalleşmeleri tekrar gündeme getirebilir. Nitekim bölgedeki birçok rejim, İsrail’i stratejik ortak olarak tanımlıyor. Arap rejimlerinin İsrail’e bölgesel siyasette verdikleri önemden ötürü 1973’teki gibi bir petrol ambargosu sürecinin hayata geçirilmesi düşük bir ihtimal.
İsrail’i tanıma noktasındaki rejimlerin istekli tavırları, sadece Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) baskı veya teşviki ile alakalı değil. Birçok Arap yönetici eliti açısından İsrail teknoloji, savunma sanayi, silah tedariki noktasında potansiyel bir ortak olarak görülüyor. Ayrıca Körfez ülkeleri için petrol sonrası ekonomiyi çeşitlendirme, bölge ülkeleri için de Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) gibi kritik ticaret yollarında bulunan İsrail ile işbirliği yapmak "ulusal" çıkarlarla eşleştiriliyor. Bu durum Arap devletlerinin dış politika ve güvenlik stratejilerini belirlerken ulusal çıkarlarını Filistin meselesine tercih ettiğini gösteriyor. Dolayısıyla 7 Ekim sonrası Arap devletlerinin Filistin bağlamında yaşayacakları ikinci senaryo da normalleşme süreçlerinin nasıl şekilleneceğine bağlı.
Rejim güvenliği
Arap devletlerinin tecrübe ettiği üçüncü senaryo rejim güvenliği ile alakalı. Demokratikleşme süreçlerinden oldukça uzak olan birçok Arap devletindeki iktidarların öncelikleri rejimin güvenliğidir. Askeri darbe ile ordunun etkin olduğu Mısır, anayasal darbe ile seküler bir elitin iktidarı kontrol ettiği Tunus ve ailelerin yönetimindeki Körfez ülkeleri gibi Arap ülkeleri, rejimlerine yönelik potansiyel tehditlere karşı radikal adımlar atar. Özellikle Suudi Arabistan, BAE, Ürdün, Mısır gibi ülkeler açısından rejim güvenliğine yönelik birincil tehdit İslami hareketler, siyasal, toplumsal ve askeri fraksiyonlarıdır.
7 Ekim operasyonlarını icra eden Hamas, mezkur aktörler tarafından terör örgütü olarak görülüyor. Benzer şekilde Hamas’ın 2017’deki Yeni Siyaset Belgesi’ne kadar Filistin kolu olduğunu ilan ettiği Müslüman Kardeşler hareketi de birçok Arap rejimi tarafından terör örgütü olarak tanınıyor. Bu durum Arap devletlerinin Filistin ve özellikle Gazze meselesine yönelik politikasını etkiliyor. Başta Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve Ürdün olmak üzere birçok Arap devleti açısından Hamas tehdit olarak görülüyor. Buna bağlı olarak Gazze ve Filistin'e destek vermek de Hamas’ın gücünün artması ile eş değer görülüyor. Bu durum da rejim güvenliğine bir tehdit olarak kodlanıyor.
Ayrıca Hamas içindeki İrancı kanadın gittikçe güçlenmesi ve son yıllarda Hamas-İran ilişkilerinin kuvvetlenmesi de 7 Ekim sonrası Filistin meselesine destek vermek noktasında Arap devletlerinde tereddütlere, çekincelere yol açıyor. Hamas'ın gerek İhvan iltisakı gerekse İran ile yakın irtibatı, Arap devletlerini Filistin meselesinde aktif pozisyon almak noktasında geri adım attırsa da bu durum İran’ın bölgesel nüfuzunun artmasına yol açabileceğinden Arap ülkeleri nazarında yine bir ikilem ortaya çıkarıyor.
İnsani yardım, yeniden inşa ve arabuluculuk
Arap devletlerinin 7 Ekim sonrası Filistin politikasında belirsizlikler ve ikilemler bulunmakla birlikte 3 noktada somut adım atabilecekleri ifade edilebilir. Bu noktalardan ilki Gazze’ye insani yardımın sağlanması. Bu anlamda Refah Kapısı’nı kontrol eden Mısır’ın insani yardımın Gazze’ye sokulması, hastaların tedavi edilmesi gibi süreçlerde kritik rol oynadığı söylenebilir. İsrail’in tehditlerine rağmen sınırı açmayı başaran Mısır’ın Türkiye, Körfez ülkeleri ve birçok ülke, kurum ve örgüt tarafından gönderilen insani yardımı Gazze’ye eriştirme noktasında istekli olduğu görülüyor.
Arap devletlerinin özellikle de Körfez ülkelerinin 7 Ekim sonrası Filistin ve Gazze politikasında ikinci somut adımları yeniden inşa sürecine yapacakları katkıdır. Bu anlamda başta Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan olmak üzere birçok Arap devleti, İsrail’in saldırıları sonrası zarar gören, yıkılan evlerin yeniden inşası ve gerekli altyapı, yatırım çalışmalarını yapacaklarını duyurdu. Bu noktada, Filistinlilerin Gazze’den tehcir edilme ihtimali de başta Mısır ve Ürdün olmak üzere Arap ülkelerinin Filistin politikasını etkileyebilir. Nitekim gerek Kahire gerekse Amman yönetimleri için Gazzelilerin "mülteci" konumuna düşmesi birçok açıdan problem teşkil edebilir. Toplumsal, siyasal, ekonomik ve demografik açıdan Mısır ve Ürdün’ün yapısında değişimler meydana getirecek bu gelişmeye karşı Mısır ve Ürdün sert açıklamalar yaptı. Örneğin Ürdün yönetimi Gazzelilerin tehciri durumunun kırmızı çizgileri olduğunu, söz konusu durumun İsrail ile diplomatik ilişkilerin gözden geçirilmesine ve dahası savaş durumu ilan edilmesine yol açabileceğini ifade etti. Benzer bir durum Mısır kamuoyunda ve devlet politikasında da tezahür ediyor. Kahire ve Mısır sokağı, Filistinlilerin zorla tehcir edilmesine karşı çıkıyor.
Arap devletlerinin üçüncü somut adımı, ateşkesin sağlanması ve esir takası noktasındaki arabuluculuk faaliyetleri. Halihazırda Katar’ın bu rolü üstlendiği ve gerek İsrail gerekse Hamas ile görüşerek süreci olumlu bir atmosfere taşımak istediği biliniyor. 1967 sınırlarında başkenti Kudüs olan bir Filistin devleti kurulmadan İsrail sorununun çözülmeyeceğini düşünen Katar, savaşın son bulması adına arabuluculuk faaliyetleri yürütüyor. Katar birçok esirin takas edilmesini de sağladı. Sonuç olarak, 7 Ekim sonrası Arap devletlerinin Filistin politikalarında birçok farklı senaryosunun etkin olduğunu görüyoruz. Bu senaryolara rağmen hayata geçirebilecekleri somut adımlar da mevcut.
[Dr. Mehmet Rakipoğlu Batman Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, Akademik Çalışmalar Koordinatörü, Dimensions for Strategic Studies.]
YORUM YAZ