Bugun...
ÜNİVERSİTE DARÜLFÜNUN’DAN 100 YIL GERİDE


Mustafa Yürekli
 
 

facebook-paylas
Tarih: 21-08-2023 14:32

İstanbul Üniversitesi’nin resmi internet sitesinde “Yeni Çağ’da Öncüydük, Bilgi Çağı’nda da Öncü Olacağız” başlığıyla yayınlanan tanıtım metninde şöyle deniyor: “1453’te Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesiyle başlayan “Yeni Çağ”ın bir diğer önemli olayı da, İstanbul Üniversitesi’nin geleceğe uzanan temellerinin atılmasıdır. İstanbul Üniversitesi, Avrupa’da kurulan ilk 10 üniversiteden biri olma özelliğini de gururla taşımaktadır.” Ne var ki İstanbul Üniversitesi’ni 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu bilgisi doğru değil. İstanbul Üniversitesi, 1933 yılında kuruldu. 1453, Sultan Fatih’in Ayasofya Medresesi’ni kurduğu tarihtir. Bu medrese 1924’te diğerleriyle beraber kapatıldı. Binası da 10 yıl sonra, 1934’de çirkin görünüyor gerekçesiyle yıkıldı.

İslâm dünyasında modern dönemlere gelinceye kadar ilmin çeşitli alanlarının düzenli olarak en yüksek seviyeye kadar öğretildiği en önemli eğitim kurumu medresedir. Osmanlı Devleti’nde  de yüksek eğitim medreselerde yapılmaktaydı. Milletler, kendi kültür, gelenek, dünya görüşü ve yaşam tarzlarını yansıtarak şekillendirdikleri yönetim, din, hukuk, sağlık, ticaret, sanat ve zanaat sahalarında her çağda zamanın ve toplumlarının ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde çeşitli isimler ve kurumlar altında, aralarında içerik, yöntem ve nitelik farklılıkları olsa da zaman zaman birbirlerinden öğrenerek veya etkilenerek dönemlerinde geçerli ve işlevsel olan yüksek seviyede eğitim kurumları meydana getirmişlerdir. Bu eğitim kurumları, bulundukları toplum ve kültür dünyası içinde geçerliliklerini ve işlevselliklerini kaybettikleri andan itibaren genellikle farklı bir yüksek eğitim kurumuna dönüşerek ve böylece toplumlarının temel ihtiyaç alanları arasında yer alan özellikle yönetim, din, hukuk ve sağlık alanında donanımlı insanlar yetiştirerek varlıklarını devam ettirmişlerdir. VIII. yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlayan medrese, belli konularda verilen temel eğitimden sonra aşama aşama ilerleyen, daha yapılandırılmış ve sistematik bir yüksek eğitim anlayış ve düzeninin XI. yüzyıldan itibaren hem İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde hem de Avrupa’da yüksek eğitimin gerek kurumsallaşma gerek ders içeriklerinin şekillenmesinde önemli katkılar yapmıştır.

Osmanlı Devleti’nde, medreseler yenilenip ihtiyaçlara cevap veremeyince, Tanzimat’tan sonra Avrupa’dakine benzer bir eğitim sistemi kabul edildi. Dolayısıyla İstanbul Üniversitesi’nin kökü, çok çok Sultan II. Mahmud zamanına kadar ulaşır. Batılılaşma sürecine girildiğinden yapılan ıslahatın gerektirdiği elemanları yetiştirmek üzere tıbbiye, baytar, mühendislik, hukuk, mülkiye gibi yüksek okullar kuruldu. Bunları da Dârülfünûn, yani “fenler evi” çatısı altında toplamışlardı; Dârülfünûn da Avrupa’daki benzerleri gibi bir üniversite idi. Bünyesinde dünya çapında hocaların ders verdiği Edebiyat, Fen, İlahiyat, Tıp (Eczacılık ve Dişçilik) gibi fakülteler vardı. Dârülfünûn1900’de kuruluşunu tamamlamış, son hâlini almıştır. İstanbul’daki Tıp Fakültesi’nin dünyada bir eşi Viyana’da idi. Dârülfünûn mezunları, uluslararası saygınlığa sahipti. Dolayısıyla ilk modern üniversite, cumhuriyet idaresi tarafından kurulmuş değildir.

DÂRÜLFÜNÛN’UN KAPATILIŞI

Dârülfünûn, muhtariyeti (özerkliği) haizdi. Bu ise, Cumhuriyetten sonra idareyi ele alan CHP Tek Parti hükümetini rahatsız etmekteydi. Üstelik üniversite öğrencilerinin o zamanki adıyla Talebe Cemiyeti, cumhuriyet ilan edildiğinde, “siyasî cereyanlardan uzak durmak gerekçesiyle” tebrik telgrafı çekmemişti. Dârülfünûn öğrencileri,1928 Harf  İnkılâbı’na da sıcak bakmadı. Dolayısıyla Dârülfünûn hocalarıyla ve öğrencileriyle CHP iktidarına sıkıntı veriyordu.

1932 yılında düzenlenen Tarih Kongresi’nde, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ortaya attığı ve dünya dillerinin tümünün Türkçe’den geldiğine dair Güneş-Dil Teorisi’ne, Dârülfünûn’dan iki tanınmış edebiyat ve tarih profesörü Mehmed Ali Ayni ile Zeki Velidi Togan açıkça karşı çıkmak gafletinde bulundu. Diğer hocalar da onları destekledi.. Güneş-Dil Teorisi’ne muhalefet bardağı taşıran son damla oldu: Dârülfünûn’un ölüm fermanı o gün imzalandı.

İstiklâl Mahkemesi hâkimi Reşit Galip, “objektif ve isabetli karar” vereceği gerekçesiyle İsviçre’den Alfred Malche’yi getirtti. Alfred Malche, ne Türkçe biliyordu ne de Türkiye’de bulunmuştu. İslam medeniyetinden ve Osmanlı kültüründen habersizdi. Ne var ki Darülfünun’u kapatma fetvasını o verecekti.. Alfred Malche’nin hazırladığı 66 sayfalık bir rapor istikametinde, inkılaplar karşısında “tarafsız kalmakla” suçlanan Darülfünun, 1933 Temmuz ayında çıkarılan 2252 sayılı kanun ile kapatıldı.

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİNİN KURULUŞU

Darülfünun’un yerine İstanbul'da, o zamanki adı Maarif Vekâleti olan Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı, otonomisi olmayan yeni bir üniversite, İstanbul Üniversitesi’nin kurulması kararlaştırıldı. İlahiyat Fakültesi de kapatıldı. Bu arada Dârülfünun’un 155 hocasından 96’sının işine son verildi.

Ahmed Refik Altınay gibi tarihçiler;   İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Babanzade Ahmet Naim, Şekip Tunç gibi büyük felsefeciler, gelenekçi bulunarak tasfiye edilirken; yerlerine pozitivist Hans Reichenbach getirildi. Üniversiteden atılan hocalar, rejim aleyhtarı sayıldığı için çok büyük sıkıntıya düştü. Hamdi Suad, üzüntüden verem olup vefat etti. Kimyacı Cevad Mazhar intihar etti.

İmdada ülkesindeki Yahudileri baskı yapıp kaçırtan Hitler yetişti. Zürih’te kurulan “Yurt Dışındaki Alman Bilim Adamları Yardım Cemiyeti” reisi Schwarz, Ankara’ya geldi. Onun teşebbüsüyle bu hocalardan 34 tanesi İstanbul’a getirildi. İktisatçı Röpke, Rüstow, Kessler, Neumark; kimyacı Arndt, Haurowitz, Alsleben; tıpçı Schwartz, Nissen, Eckstein; müzikolog Hindemith, Ebert, Zuckmayer; hukukçu Hirsh, Hönig; mimar Reuter vb. bunların en meşhurlarıdır.

1933’te Dârülfünun’u İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmesi başlı başına medeniyet yıkımıydı. Hocaları tayin ve azil (görevden alma) yetkisi tamamen iktidara verildi. Müderris, muallim, muid, emin tirtleri yerine, profesör, doçent, asistan, rektör tabirleri kondu.

Tıp fakültesinde vazifeye başlayan Philipp Schwartz, “Benden evvel bu kürsüde kim vardı?” diye sorduğunda, “Hamdi Suad” cevabını alınca, “Eyvah, ben Hamdi Suad’ın yerine mi geldim? Onun yeri doldurulmaz” demiştir. Hamdi Suad, dünya çapında buluşları olan bir patolog idi. Alman hocalar, mevcut alanlarda varlık gösterdiği gibi; bazıları müzik, tiyatro, mimari gibi modern sahalarda yeni rejimin beklentilerine hizmet sundular. Böylece Türkiye’yi küçük bir ulus devlet haline getirdiler..

Alman hocalar yetmeyince, inkılâba sadakati ile tanınan lise mezunları bir gecede profesör yapılarak kadroya alındı. Örneğin Fransa’da eğitim alıp gelen Enver Ziya Karal ve Mehmet Karasan, 1933’te, bir lise öğretmenliği beklerken, gazetede doçent olduklarını öğrendiler (Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, s.107).

Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip iktidara el-pençe divan duran, evet efendimci hoca prototipini hızla üretti. Bu yüzden 1933 reformu, gerek ürettiği hoca prototipi, gerekse pozitivist bilim anlayışını üniversiteye hakim kılma bakımından kendisinden bekleneni yerine getirmeye muvaffak oldu.

Kısaca ilmî bağımsızlığı ve özerkliği olan Darülfünun kapatıldı; Milli Eğitim’e bağlı inkılap borazanı üniversite açıldı. Yetişmiş kadronun üçte ikisi tasfiye edildi; yerlerine Almanya’dan kaçan Yahudi akademisyenler alındı. D. Mehmet Doğan'ın aktardığına göre Nureddin Topçu “Üniversite Darülfünun’dan 100 yıl geride!” dermiş!



Bu yazı 4859 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
Henüz anket oluşturulmamış.
YUKARI