İbn Haldun, milletlerin bir medeniyet eseri oluşturmasının uzun zamana ihtiyaç duyduğunu, eserin bir hükümdarın ömür süresi içinde tamamlanamadığını, dolayısıyla sonra gelenlerin gayretleriyle olgunlaştırılıp bütünlüğe ulaştırıldığını söylerken, tek milleti aşarak bütün insanlığın ortak mirası olan medeniyet değerlerinin de aynı seyre tabi olduğunu içeren “bilimler tarihinin bütünlüğü” tezine daha 14. yüzyılda işaret etmiş oluyordu: “Eserler pek büyük olduğundan, sonradan da o kadar kuvvet ve emek sarf etmek gerekir. Yapı tamam oluncaya kadar bu şekilde hareket edilir. Hükümdarlardan biri yapmaya başlar, ikinci ve üçüncü hükümdar onu devam ettirir, yapıyı tamamlamak üzere bunlardan her biri pek çok kuvveti bir araya toplar. Yapı arzu edilen şekilde sona erinceye kadar devam edilir. Böylece yapı tamam olur. Sonradan gelenler bu büyük yapının tek bir devlet tarafından yapıldığını sanarlar.”[1]
“Bilimler tarihinin bütünlüğü” düşüncesinin erken bir anlatımı olan bu sözler, yüzyıllar sonra Joseph-Toussaint Reinaud (1795-1867) tarafından şu şekilde ifade edilmişti: “İnsanlık bütün keşiflerinde istikrarlı bir şekilde ileriye doğru, birdenbire bir sıçrayışla değil, adım adım hareket eder. Her zaman aynı hızla ilerlemez, fakat hareket süreğendir. İnsan icat etmez, sonuçlar çıkarır. Mesela insan bilgisinin bir alanını ele alalım: Bu alanın tarihi, yani ilerleme tarihi, aralıksız bir zincir oluşturur. Olgular tarihi bize bu zincirin parçalarını verir ve bizim görevimiz, kaybolan halkaları, her bir parçayı diğerine eklemek için yeniden bulmaktır.”[2]
Aynı düşünceye Fuat Sezgin de şu açıklamayı getiriyor: “İnsanlığın ortak bilimsel mirası, süreğen adımlarla, her zaman düz bir çizgi halinde olmasa da, değişken bir hızla büyümektedir. Tarihte belirli bir zaman dilimindeki bir kültür çevresi, bilimsel mirası, küçük olsun büyük olsun bir adım daha ileri taşımak için öncülüğü üstlenmiş, daha doğrusu içinde bulunulan koşullar doğrultusunda öncülüğe getirilmişse, tarihî koşullar ve o öncü tarafından ulaşılan seviye, ardılın kaydedeceği olası ilerlemeleri ve bu ilerlemelerin hızını etkileyen faktörleri belirler.”[3]
Bir süreğenlik içinde ilerleyen insanlığın ortak bilimsel mirasının öncülüğü, İran ve Yunanlardan sonra Müslümanlara geçti. Teşekkül döneminin ilk yıllarında, kendi kendisine yeten ve ihtiyaçlarını kendi içinde gideren İslâm toplumu, tanınmış kültür tarihçimiz Said el-Endelûsi’nin belirttiği üzere, tıp dışında kendi dillerinden ve dinlerinden başka bir ilimle uğraşmamışlardır. Çünkü dar bir çevre içinde, dilleri ve dinleriyle ilgili bilgilerden başka ihtiyaç duydukları tek ilim tıptı.[4] Ancak tarih sahnesine çıkışlarının üzerinden henüz bir yüzyıl bile geçmeden geniş bir coğrafyaya yayılınca, doğal olarak tıp dışında diğer birçok bilime de ihtiyaç duymaya başladılar. Bu durumda, ihtiyaç duyulan bilgilerin dışardan, daha önce medeniyet geliştirmiş milletlerden alınması dışında başka bir seçenek yoktu. Zaten aynı konumda olan hiçbir topluluğun da başka türden bir hazırlığı olduğu düşünülemez. Ayrıca, “medeni ve kültürel akımların hiçbiri, kapalı bir çevre içinde kendi kendine teşekkül etmemiş, aksine çeşitli dış temaslar vasıtasıyla kendisinden önceki medeniyetlerin ve kültürlerin üzerinde yükselmiştir.”[5]
Bilimlerin bu şekilde, ilk elde daha önce geliştirilmiş yabancı kültürlerden alınması, başka bir deyişle, yeni bir medeniyet çevresinin, kendinden önceki medeniyetlerden beslenmesi doğal bir seyirdir. Müslümanlar, “ta başlangıçtan itibaren bilimin (ilm) rolünü dinin ve böylece bütün bir insan hayatının itici gücü olarak” gören bir dinin mensupları olarak, bilginin elde edilmesi konusunda büyük bir heyecan ve istekle doluydular. Dolayısıyla, “İslam’da böylesine merkezi bir konuma yerleştirilmiş, hatta neredeyse dini bir saygı görmüş olan” bilimin, kaynağı ne olursa olsun, alınmasında en başta gelen itici güç, İslâm dininin kendisiydi. Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz gibi, Müslümanların tıp, matematik, kimya ve astronomi gibi bilimlerle tanışmalarını cazip kılan pratik ihtiyaçlar yanında, felsefi-teolojik sorunlarla uğraşmalarına sebep olan teorik faydacılık da vardı. Müslümanlar, birtakım ihtiyaçlarının giderilmesi gereken bir dünyada yaşadıklarının ve bunların somut ve pratik yollardan çözülmesi gerektiğinin farkındaydılar.[6]
2.
Fuat Sezgin, yabancı kültürlerden İslâm dünyasına yapılan çeviri sürecini üç ana döneme ayırarak inceler:[7] Süreç, daha Hicri 1. yüzyıldan (M. 7. yüzyıl) itibaren alımlama (resepsiyon) dönemiyle başlamış, H. 2. yüzyılın (M. 8.) ikinci yarısında önemli derecede büyüyerek devam etmiştir. Bu süreçte bilimlerin resepsiyonu bütün yoğunluğuyla sürerken, eş zamanlı olarak bilimlerin özümsenme süreci de başlamıştır. H. 3/M. 9. yüzyılın ilk beşte birinde ise, bilimlerin gelişim süreci, yaratıcılık periyodunun başlangıcı sayılabilecek derecede tamamen yeni bir karakter kazanmıştır. Özellikle Halife Me’mun döneminde (H. 198-218/M. 813-833) kurulan Beytü’l-Hikme ile kurumlaşan bu süreç, nitekim H. 4/M. 10. yüzyıldan itibaren tam anlamıyla yaratıcılık ve üstün eserler verme dönemine girmiştir.
Beytü’l-Hikme kurumuyla Müslümanlar, “Babillilerden Sasanilere kadar Irak ve İran’daki eski imparatorlukların vârisi olduklarını ilân ettiler. Bu sayede Irak’ın doğusundaki nüfusun geniş kesimleri arasında hâlâ asıl egemen kültür olan Sasani kültürünü, Abbasi kültürünün ana potasına katabildiler.”[8] Daha önce Emeviler döneminde başlayan çeviriler, neredeyse günübirlik ihtiyaçlar temelinde yapılan, özel amaca yönelik çevirilerdi. Ancak Abbasiler döneminde Beyü’l-Hikme ile kurumlaşan bu faaliyet, artık derin tarihsel, toplumsal ve kültürel sonuçları olan planlı bir harekete dönüşmüştür.[9] Bu planlı hareket, artık ortak insanlık kültürünü taşıma sırasının kendilerine geldiğine inanan bir topluluğun hareketiydi. Bilimler tarihinin bütünlüğünü devam ettirmek artık müslümanların göreviydi. Kurulan yeni toplumun doğal ve acil ihtiyaçları vardı ve bu ihtiyaçların giderilmesi bilimsel yöntemlerle mümkündü.
Beytü’l-Hikme denen kurumda başlayan faaliyetlerle, ilk başta en acil bilgilerin Hintçe, Pehlevice, Süryanice ve Yunanca gibi dillerden Arapçaya çevirileri gerçekleştiriliyordu. İlk yapılan çevirilerin kötü üslubu, Gutas’ın da vurguladığı gibi, talebin zaman ve nitelik açısından acil olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü çevrilen bu bilgiler, doğrudan devlet tarafından uygulanan projeler için kullanılıyordu ve çeviri hareketinin destekçilerinin, yani devlete proje üreten bilim adamları ve onları istihdam eden vezirlerin “toplumsal ve bilimsel olarak ilk çevirilere öylesine ihtiyaçları vardı ki, o çağın gramer uzmanları ve yazı ustalarının gerçek Arapça diye methettikleri şeye göre bayağı kalan bu Arapçaya bile isteye göz yumdular.”[10] Fakat bu kötü çeviriler zaman içinde elden geçirilerek ıslah edildi, çeviriler de üslup ve nitelik olarak gelişti.
Bağdat’taki çeviri hareketi iki yüz yılı aşan bir süre boyunca gelişerek devam ettikten sonra H. 4/M. 10. yüzyılın sonlarında durdu. Bunun nedeni, çevrilen bilimlere duyulan ilginin azalması değildir. Gutas, çeviri hareketinin etkisini kaybedip ortadan kalkmasını “sadece artık bu hareketin sunabileceği bir şeyin kalmamış olmasıyla” açıklamaktadır: “Başka bir deyişle çeviri hareketi toplumsal ve bilimsel önemini yitirmişti. Burada söylemek istediğimiz artık çevrilecek bilimsel eserin kalmadığı değil, hamilerin, uzmanların ve bilim adamlarının ilgilerine ve taleplerine doyurucu yanıt verebilecek eserlerin kalmadığıdır. Birçok disiplinin önemli ana metinleri zaten çok önceden çevrilmiş, incelenmiş, bütün disiplinler çeviri eserlerin sahip olduğu düzeyin ötesinde bir gelişme kaydetmişti. Böylece Yunanca eserler bilimsel güncelliklerini yitirdi ve araştırmalar daha güncel bilgilere yönelmeye başladı. Bilim hamileri Yunanca çeviriler yerine orijinal Arapça yazılar ısmarlar oldu.”[11] Kısacası, iki yüzyıl önce acil toplumsal talepleri karşılamak üzere başlayan çeviri faaliyetiyle bilimsel ve felsefi beslenmesine başlayan İslâm toplumu artık kendisi için gerekli eserleri yazma olgunluğuna ulaşmış, kendi ayakları üzerinde duracak bir düzeye gelmişti.
Bu durum, yani yabancı kültürlerden çeviri hareketinin, toplum içinden çıkan bilim adamları dolayısıyla artık durması, uygulamada kullanılacak veya bilimsel merakları giderecek bilgilerin İslâm toplumunun kendi içinden karşılanmaya başlanması, çeviri faaliyetinin, yeni ortaya çıkan medeniyet sahiplerince yalnız formasyonunu sağladığının göstergesidir. Yani İslâm dünyasında bilim ve felsefe alanında ortaya çıkan yükselişi sağlayan şey çeviriler değil, o çevirilerin üzerine bina edilen daha yüksek bir bilimsel ve felsefi anlayıştır. Eğer bazı çevrelerin iddia ettikleri gibi, bilim ve felsefenin yükselişini sağlayan şey çeviriler olsaydı, toplum belirli bir olgunluk düzeyine ulaşamaz ve sadece çevirdiği eserlerin sınırları içinde kalırdı. Dolayısıyla İslâm dünyasında bilimlerin ve felsefenin gelişmesini çeviri faaliyetine bağlamak doğru değildir. Tam tersine çeviri faaliyetleri, Müslümanların bilim ve felsefeye duydukları yakınlık ve yatkınlık sonucu ortaya çıkmıştır.
Bilginin tevarüsü ve medeniyetlerin birbirini beslemesi konusunda sağlıklı bir yol izleyen Müslüman bilim adamları, kendi kişiliğini oluşturma sürecinde yabancı bilimi alıp benimsemede en küçük bir temas korkusu ve art niyet taşımamış, Arapçaya aktardığı eserleri yazıldığı şekliyle olduğu gibi değil, büyük bir dikkatle eksiklerini tamamlayarak ve hatalarını düzelterek çevirmişlerdir. Eserlerde eğer inanca ilişkin bir sorun varsa, bunu dönüştürmesini de bilmişlerdir. İslâm bilim adamları, gayrımüslimlerden çok şey öğrenilebileceğini biliyorlardı, “fakat bunların geçerli olup olmadığı, ilahi vahyin mahsulü olan ve müntesiplerinin başarıları ile sağlamlaştırılan Şeriat mihenk taşına vurularak anlaşılabilirdi.”[12] Bu konuda Hans Belting, Antikçağ görme teorisini yeni bir temele oturtan ve çelişkilerini çözen İbn Heysem’i örnek vererek, onun bize, resme karşı belirli bir temkin gösteren Müslüman toplumundaki inanç duyarlılığının bilim alanına nasıl yansıtıldığını ve nasıl dönüştürüldüğünü göstermiştir.[13]
Bu yüzden Avrupa’da yaygın olan İslâm dünyasının bilime hiçbir şey katmadan, Antik Çağı sadece çeviriler yoluyla bize ulaştırdıkları ve buna önemli sayılabilecek bir yenilik eklemedikleri görüşü, “Arap-İslâm kültür çevresinin bilimler tarihindeki 800 yıllık yaratıcı dönemini görmezden gelen ve böylelikle de modern insanın temel bilim tarihi bakış açısını daha okul kitaplarından başlayarak perçinleyen ele alış”[14] tarzının bir sonucudur. Ne yazık ki bu yargı sadece Batı dünyasında değil, Avrupamerkezci zihin yapısıyla yetişen İslâm dünyasında da yaygın görüş halinde sürmektedir.
Çok kısa da olsa, olağan bilgi tevarüsü içinde bilimlerin ilerlemesinde, medeniyetlerin nöbetleşe görev üstlendiklerini, İslâm’ın ortaya çıkışından kısa bir süre sonra, Müslümanların medeniyet sırasının kendisine geldiği bilinciyle, önce o zamana kadar dünyada gelinmiş bilim seviyesini topladığını, alanı iyice tanıdıktan sonra kendi eserlerini verdiğini ve doğal ilerleme yolunun da bu olduğunu anlatmaya çalıştık. Hiç şüphesiz İslâm medeniyeti, daha önceki medeniyet birikimlerinden yararlanmış, ama mekanik olarak onların basit bir sentezi olmaktan uzak, fakat daha çok bu elemanların her sahada görülebilir bir şekilde İslâm potasında eritilerek yeni bir yaratma neticesinde ortaya çıkmış orijinal bir medeniyettir.[15] Özellikle 10. yüzyıldan sonra özgün ürünlerini vermeye başlayan İslâm medeniyeti, yine çeviriler sayesinde, bilimsel, teknik aletler ve araçlar yoluyla Arap İspanya üzerinden Avrupa’ya ulaşmaya ve orada yeni gelişmelerin önünü açmaya başlamıştır. Artık o başka medeniyetleri besleyecektir.
Kaynaklar
Belting, Hans, Floransa ve Bağdat -Doğu’da ve Batı’da Bakışın Tarihi-, çev. Zehra Aksu Yılmazer, Koç Ün. Yayınları, 2015.
Gutas, Dimitri, Yunanca Düşünce, Arapça Kültür -Bağdat’ta Yunanca-Arapça Çeviri Hareketi ve Erken Abbasi Toplumu-, çev. Lütfü Şimşek, Kitap Yayınevi, 2003.
İbn Haldun, Mukaddime, c. II, çev. Zakir Kadiri Ugan, MEB, 1988.
Kanar, Yüksel, Abbasi Devrimi, Bağdat ve Beytü’l-Hikme, Mahya Yayınları, 2017.
Lewis, Bernard, Tarihte Araplar, çev. Hakkı Dursun Yıldız, İÜ Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1979.
Said el-Endelüsi, Tabakâtü’l-Ümem-Milletlerin Bilim Tarihi, çev. Ramazan Şeşen, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2014.
Sezgin, Fuat, İslam’da Bilim ve Teknik, c. I, çev. Abdurrahman Aliy, İBB Kültür A. Ş. Yayınları, 2008.
Şeşen, Ramazan, “İslâm dünyasındaki ilk tercüme faaliyetlerine umumi bir bakış”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt: VII, cüz: 3-4, İÜ Edebiyat Fak. Yayınları, 1979.
(DİN VE HAYAT, Sayı: 38, İlkbahar 2019)
[1] İbn Haldun, age., s. 231.
[2] Nkl. Fuat Sezgin, İslam’da Bilim ve Teknik, c. I, Önsöz, s. 13.
[3] Fuat Sezgin, age., s. 15
[4] Bkz. Said el-Endelûsî, Tabakâtü’l-Ümem, s. 134
[5] Ramazan Şeşen, “İslâm dünyasındaki ilk tercüme faaliyetlerine umumi bir bakış”, s. 3.
[6] Bkz. Franz Rosenthal, Nkl. Fuat Sezgin, age., s. 5.
[7] Bkz. Fuat Sezgin, age., s. 2 vd.
[8] Dimitri Gutas, Yunanca Düşünce, Arapça Kültür, s. 39.
[9] Bkz. Age., s. 34.
[10] Age., s. 134.
[11] Bkz. Age., s. 148.
[12] Bernard Lewis, Tarihte Araplar, s. 174.
[13] Hans Belting, Floransa ve Bağdat, s. 98, 104.
[14] F. Sezgin, age., s. 16.
[15] Bkz. Bernard Lewis, age., s. 166.