Bugun...
DİRİLİŞ DÜŞÜNCESİNDE BİRLİK İDEALİ


Yüksel Kanar
 
 

facebook-paylas
Tarih: 16-04-2023 00:57

         Ya hep bir araya gelip varolmak için direniriz.

         Veya teker teker yok oluruz, yok ediliriz.[1]

 

1

İslâm dünyasının günümüzde içinde bulunduğu parçalanmışlık hali, müslümanların hiç de hak etmediği, yürek paralayıcı ve içler acısı bir durumdur. Bilinen belli bir tarihten sonra İslâm dünyası olarak yitirdiğimiz birlik ruh ve duygusu, potansiyel olarak sahip olduğumuz bütün birleştirici, bütünleştirici imkânlara rağmen, saramadığımız büyük bir yara olarak devam ediyor. Üstelik hiçbir zaman birlik olamamış Avrupa ülkelerinin bile bir birlik içinde toplanması ve bizim siyasilerimizin de burada yer almaya can atmasını göz önüne aldığımızda, Büyük İslâm Milleti’nin içine düştüğü bu acı parçalanmışlık, cehalet, maddî ve manevî batış hali, kurtuluşu İslâm birliği yerine en olmayacak yerde araması, Sezai Karakoç’un üzerinde en fazla durduğu ve Müslümanları bunun sürdürülmemesi için uyardığı en temel konu olmuş, uzun düşünce hayatı boyunca bunun nedenlerini anlatmaya ve bundan çıkış yollarını göstermeye çalışmıştır. Milletimizin ayağa kalkmasının yegâne yolu, kendi kimliğinin farkına varması ve yeniden ayağa kalkmasının kendi birliğinde olmasını anlamasındadır.

Karakoç’un istediği ve bizim için gerçekten kurtarıcı olan birlik, günümüzde ırk ve dile dayalı, adına ulus-devlet denen millet anlayışıyla oluşturulan küçük çaplı oluşum değil, din ve inanç esasına dayalı, büyük çerçeveli birliktir. Çünkü zamanımızda küçük devletçiklerin varlıklarını sürdürebilmeleri için, kendi içlerinde gelişmiş olmaları yetmemekte, fiziki büyüklük şartı da gerekmektedir. Bu anlamda coğrafya, tarih, kültür, din, nüfus ve ekonomik şartların hepsi İslâm ülkelerini birliğe çağırmakta ve zorlamaktadır. İslâm tarihi, bütün bu şartları taşıdığı dönemlerde müslümanların büyük devlet olduğunu gösteren örneklerle doludur. Günümüzde ise bu birlik şartı, her yönden çok daha güçlü bir şekilde kendini gösteriyor. Bu birlikten kopulduğu için İslâm dünyası, maddi gücü elinde bulunduran egemen dünya güçleri tarafından akıl almaz haksızlıklara, soykırıma varan zulüm ve işgallere uğruyor.

Sezai Karakoç’a göre İslâm Birliği konusu, İslâm dünyasının ölüm kalım meselesidir. Bu birliği oluşturmadıkça bağımsız, onurlu bir toplum olarak yaşama şansımız yoktur. Konu doğrudan inançla ilgilidir ve o kadar önemlidir ki, eğer müslümanlar bütün olarak birleşmez, tek ve büyük bir güç oluşturmazlarsa, “İslâm’ın temel prensibi ve hayat damarı, candamarı olan, Allah’ın birliği prensibini de yaşatmak zorlaşır.”[2] Karakoç’un: “Bin yıllık ömrüm olsa, ömrüm boyunca konuşmam ve yazmam nasibimde varsa, hep Müslümanların birleşmesinden, bir araya gelip şuurlu birliklerini oluşturmalarından bahsederim. Bundan bıkmam ve yılmam”[3] sözlerindeki anlamlı vurgu bu yüzdendir.

Evet, İçinde bulunduğumuz dünya şartları Müslümanları böyle bir birliğe zorluyor. Ancak birliği gerektiren şartların önündeki askerî, ekonomik, kültürel, tarihî ve coğrafî maniaları giderek büyüten ve aşılmaz hale getiren karşı güçler, müslümanların birliklerini kurdukları takdirde, egemenliklerinin sona ereceğini bildikleri için, buna fırsat vermemekte, bu özelliklerin onlar için bir alınyazısı halinde sürmesini istemektedirler. Böylece müslümanlar kültürel, ekonomik ve siyasî her türlü emperyalizmin pençesinden kurtulamayacak, hep köle ve sömürülmüş olarak kalacaklardır. “Eğer birçok İslâm ülkesi, esarete düştüyse, bunun sebebi parçalanmaları, bölünmeleri, birbirine düşmeleri, yönetimlerini ehil, lâyık olmayan kişilere vermeleridir. Türkistan ve Doğu Türkistan bundan dolayı esirdir. Azerbaycan ve Özbekistan bundan dolayı esirdir.”[4] Müslümanların birliklerini kurmalarının, sadece kendilerinin değil, bütün insanlığın yararına olacağını da unutmamalıdır. Dolayısıyla, bütün insanlığı belirli odakların ezici keyfî tahakkümünden kurtaracak olan güç de İslâm Birliği gücü olacaktır. Sezai Karakoç, bunun için tek tek İslâm ülkelerinin kendi içindeki birlikten değil, bütün bir İslâm dünyasının birliğinden söz etmektedir. Çünkü her şeye rağmen, zayıflamış da olsa, bütün müslümanların bir millet olduğu gerçeği değişmemiştir ve hiçbir zaman da değişmeyecektir. Meselenin önemini anlayan aydınların ortaya çıkıp tarihî görevini yüklenmesiyle, bütün güçlerini müslümanların tek bir millet olma realitesini ortadan kaldırmaya sarfeden İslâm karşıtı güçlerin çabaları boşa çıkacaktır. Sezai Karakoç, çağımızın en büyük İslâm Birliği savunucusu olarak, bu bilincin uyandırılması için çalışmış ve bunun yollarını göstermiştir.

 

2.

İslâm birliğinin bozulmasındaki en büyük neden, yüzyıllar boyunca birlik içinde yaşamış İslâm dünyasının, inanç birliği merkezli millet idealinden koparılmak suretiyle dil ve ırk birliğine dayanan daha dar, minyatür bir millet anlayışı kalıbına sokularak bu ideallerinden uzaklaştırılmasıdır. Karakoç bu açıdan, müslümanlar olarak bazı temel kavramları yeniden düşünmemizi, yani kendi kavram dünyamızı yeniden kurmamızı kaçınılmaz görür. Irk ve dil merkezli millet anlayışı, büyük İslâm Milleti’ni küçük parçalara ayırarak dağıtmış, her türlü tecavüze açık, savunmasız duruma düşürmüştür. İslâm dünyası bu şekilde paramparça edilmiş, ona güç sağlayan birliğinden tamamen koparılmıştır. Buna sebep olanlar içinde ne yazık ki, insanları Avrupalılara mahsus tek ırk, tek dil anlayışına sıkıştıran “millet” (nation) kavramını aktüel problemlere bir çözüm yolu gibi, Avrupa’dan 19. ve 20. yüzyılda ithal eden bölge aydınları da bulunmaktadır.[5]

Derebeylikler veya dar kalıplı şehir-devletler halinde sürekli çatışmalar ve boğazlaşmalar içinde yaşayan Avrupa halkları için göreceli olarak yararlı ve bütünleştirici olan bu ulus-devlet anlayışı, bizim içinse zararlı ve parçalayıcı olmuştur. Avrupalılar “hıristiyanlığın hakim olduğu Ortaçağ ve sonrası dönemde derebeylikten öte bir devlet ünitesi gerçekleştirememişlerdi. Mukaddes Roma-Germen İmparatorluğu, bir devletten çok, bir konfederasyona benziyordu. Sayısız derebeyliğin konfederasyonu idi bu amorf kitle.”[6] Adı imparatorluk olan bu yapı içinde, 360 tane ufak krallık bulunuyordu ve aralarında kavga eksik olmuyordu. İmparatorluğun bu 360 devleti, 1815 Viyana Kongresinde ancak 36’ya indirilebilmişti. Yani 19. yüzyıl gibi geç sayılabilecek bir zamana kadar bile Almanya’da 36 devlet bulunuyordu.[7] Ulus-Devlet modeli, dilleri ve ırkları bir olan ve asla bir araya gelemeyen bu devletçiklerin bütünleşmeleri için tek çıkar yoldu. Nitekim bu fikir Avrupa’da “mevcut siyasî varoluşlardan çok daha büyüklerini oluşturma imkânını getirdi. Meselâ Almanlar, İtalyanlar irili ufaklı birçok devletçiğe bölünmüşken, “Alman milleti”, “İtalyan milleti” fikri, bunları, millî birliklerini sağlama imkânına kavuşturdu. Fransızlar, İspanyollar bu imkâna daha önce kavuşmuşlardı.”[8]

Şüphesiz kendileri için görece birleştirici olan bu Avrupa formülü, tarih boyunca ırkları ve dilleri farklı olan toplulukları bir arada tutan İslâm’ın millet anlayışı için ise, çözücü ve parçalayıp küçültücü bir etki yapmıştır. “Ortaçağda Ortadoğu’da tek dil, tek ırk esasına dayalı bir devlet yoktu. Bizans’ın yanısıra kurulan İslâm devletleri de, ırk ve dili esas almayan bir millet fikrine dayalı idiler. Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar çok ırk ve çok dilin bağdaştığı çok cepheli bir millet fikrinin devletini gerçekleştirdiler.”[9] Karakoç, Avrupa ile İslâm dünyası arasındaki bu anlayış farklılığını hıristiyanlığın “cemaat”, İslâm’ın ise “millet” kavramına dayanmasına bağlamakta ve ulus-devlet düşüncesini esas alan Batı’nın “millet” anlayışını, İslâm’ın millet anlayışının yanında çok geri, ilkel bir anlayış olarak görmektedir:[10]

Çok dil, çok ırk, çok âdetin bağrında kaynaştığı millet fikrinden tek dil, tek ırk, tek folklor, tek gelenek ve görenek özellikli millet kavramına gitmek, geriye gidiş demektir. Ortadoğu İslâm bölgesine bu öldürücü fikir Avrupalılar tarafından kasıtla aşılandı ve bugünkü sun’i, gayr-i tabii durum doğdu. Bugün Ortadoğu’daki sınırların hepsi uydurma, devletçiklerin hepsi sun’i, hayatsız, tarihî dayanaksız, Avrupalılarca “icat” edilmiş yirminci yüzyıl garabetleridir.

Çağın bilim imkânlarından da, yani psikoloji, sosyoloji, antropoloji, arkeoloji, tarih bilim ve disiplinlerinin getirdiği düşünce genişliğinden de yararlanarak, geçmişte zaten geniş ve uzun bir dönem uygulaması olan, medeniyet esasına dayalı, çok dilli, çok ırklı, çok cepheli, çok boyutlu, çok renkli “millet” fikir ve gerçeğine dönülmesi, Ortadoğu İslâm halklarının mutluluğu için tek çözüm olarak gözüküyor. Batılılara aldanışın getirdiği “ırk taassubu”, bu bölgede halkların birbirini kırdığı bir trajediyi devam ettirip duracaktır. “Büyük Millet” fikri, bu akıl almaz yozlaşmadan kurtaracak tek fikirdir Ortadoğu Müslüman halkını.[11]

“Millet”i bir ruh etrafında kaynaşmış toplum fertlerinin bir araya gelmesiyle oluşmuş somut, canlı bir kitle, bir varlık olarak gören Karakoç,[12] doğal olarak bu kitleyi ayakta tutan ruhun “birlik” olduğunu belirtir. Bu birliğin üzerine oturduğu sağlam kaide ise, İslâm’dır. Dolayısıyla millet, İslâm ruhunun bu birlik sayesinde canlanmış, vücut bulmuş şeklidir. İslâm dünyasının içinde bulunduğu bugünkü iç karartıcı durum ise, bu ruhun yitirilmesinden kaynaklanmaktadır. Irka ve dile dayalı ulus-devlet fikri, İslâm bölgesine Avrupalılar tarafından kasıtlı olarak aşılanmış, aldatılmış bölge aydınları da buna canla başla sarılmışlardır. Nitekim ulus devlet anlayışıyla, tamamen küçük devlet olmaya şartlandırıldığımız cumhuriyet döneminde Batı, İslâm dünyasını, tamamen kendi kavram dünyasına çektikten, bu sayede uydusu haline getirdikten sonra alt edebilmiştir. Bugün de tekrar eski gücüne kavuşmaması için, her türlü aracı kullanarak oluşacak birliği engellemektedir.

 

3.

Elbette problemi bu şekilde ortaya koymak çözüm için yeterli değildir. Karakoç, isabetli ve doğru bir teşhisten sonra tedavi yollarının da gösterilmesi gerektiği ve bunun İslâm dünyası için en önemli mesele olarak kabul ettiği için, düşünce hayatı boyunca, müslümanlar için yaşama şartı olan bu önemli konunun çözüm yolunu göstermeye çalışmış, bunun için somut öneriler getirmiştir. Şüphesiz hastalığın bu kadar ilerlemiş bir evresinde tedavi kolay olmayacaktır. Ama, bunu başarmak zorundadır İslâm dünyası. Çünkü bu bir ölüm kalım meselesidir ve eğer başarılamazsa, İslam dünyası, kıyamete kadar bitkisel hayata mahkûm olarak yaşayacaktır.

Irk ve dil birliği esasına dayalı tanımından kurtularak inanç birliğine dayalı bir millet kavramına dönmenin tedavinin ilk şartı olması, gerçek millet anlayışını, “aynı ideale sahip insanların meydana getirdiği toplum” olarak çerçevelendirmeyi gerektirir. “Medeniyet ve insanlık idealleri topluluğunun adıdır ‘millet’.”[13] O, bir şirket veya bir dernek değildir. “Bir ideale dayanmayan toplumlar millet olamaz. Millet, baştan sona bir ruhun canlanmış şeklidir. Bu ruh olmadığı takdirde, bir kalabalık olabilir insanlar, ama millet olamazlar.”[14] Millet olmanın temel şartı olan Birlik İdeali, her Müslümanın gönlüne silinmez biçimde yerleşmelidir. Çünkü onlar için politik birliğe ulaşmak hayat memat meselesidir ve bunun için her türlü şart da müsaittir. Milletin en önemli ideali Politik birlik olmalıdır; bu, Müslümanların çağdaş ülküsüdür. Bunun şartı da durmadan birleşme, durmadan yaklaşma, durmadan kaynaşmadır.[15] Dil veya ırkın, insanlarda böyle bir ruh oluşturması mümkün değildir; ancak güçlü bir inanç insanları bir araya getirme gücüne sahiptir. “İnsanlar millet olmadıkça, saadetin asgari şartına varamazlar. Çünkü hür olabilmek için, millet olabilmek lâzımdır. Bizi millet olmaktan çıkarmaya çalışan Batı, bunda yavaş yavaş muvaffak olmaya başladığı zaman, biz, her tarafımızdan kanayan yaralarla sızım sızım sızlayan toplumumuzun çözülür olduğunu gördük.”[16]

Bu yüzden, Batı’nın müslümanlar arasında oluşturduğu bu çözülmüşlüğü iyi anlamak, bundan kurtulmak ve bu oyunu bozmak, tedavinin önemli şartlarından biridir. İnanç birliğine dayalı millet anlayışı, bu birliği oluşturan millet fertlerinin, birliklerini devam ettirmelerini şart koşar. Kur’an’da ifadesini bulan bu şart “topluca” Allah’ın ipine sarılarak bu birliği sağlamaktır. Kur’an’daki topluca anlamındaki “cemîan” kelimesi, aynı zamanda “birlik olma” emrini ifade etmektedir.

Gerçekte de bugün sınırlarla birbirinden ayrılmış görünümüne rağmen, böyle bir birlik için bütün şartlar lehimizedir. Coğrafi anlamda İslâm ülkelerinin birbirinden uzak bölgelerde değil, birbirine bitişik durumda olmaları büyük avantajdır. İslâm terminolojisinde Dârü’l-İslâm diye adlandırılan, Sezai Karakoç’un da Özülke diye belirlediği, merkezi ve çekirdeği Ortadoğu olarak adlandırılan bu bölge, Afrika’nın bir ucundan Filipin adalarına kadar kesiksiz bir şekilde uzamakta ve coğrafî birliği göstermektedir. Aradaki bugünkü sınırlar, bölünüşler politiktir.[17]

Tarih birliği ise, geçmişte bütün müslümanları içine alan büyük İslâm devletlerinin kurulmuş olması sebebiyle mevcuttur. Peygamber Efendimiz zamanından itibaren Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkışına kadar müslümanlar hep bir arada, aynı tarihi yaşayarak var oldular. Ancak, son ikiyüz yıldır ki, bu birlik boyuna parçalanmış, parçalar birbirine hasım hale getirilmiştir.[18] Bugün bozulmuş görülen tarih birliği, müslümanlar arasındaki Kültür Birliği sağlandığı takdirde, yeniden ve kendiliğinden kurulmuş olacaktır. Dolayısıyla müslüman ülküsünün diğer önemli ideali kültür birliği’dir.[19] Milet idealinin doğması, Özülke ve Kültür Birliği ideallerinin gerçekleşmesiyle mümkün olacaktır.[20]

Sağlanacak bu birlik, elbette doğal olarak müslümanlar arasındaki ekonomik birliğin oluşmasını da mümkün hale getirecektir ki, bugün müslüman devletlerin ekonomik güçlerinin birleştirilmesi, dünyadaki diğer kampların, kapitalist, liberal veya komünist blokların ekonomik güçlerinin çok üstünde, erişilmez boyutlarda bir büyüklüğe ulaşacak ve onlara her alanda olağanüstü avantajlar sağlayacaktır.

Dolayısıyla İslâm ülkeleri, gerçek bir devlet olmanın bütün yeterli şartlarına fazlasıyla sahiptir.

 

4.

Karakoç, müslümanların kendi millet anlayışlarına dönmelerinin ve bu anlamda bir birlik oluşturmanın önemi üzerinde durduktan sonra, bundan daha önemli olan asıl sorun üzerinde, bu birliğin nasıl oluşturulacağı konusu üzerinde durmaktadır.

Daha 50’li ve 60’lı yıllarda yazdığı yazılarda, -hem de Avrupa’nın, Batı’nın kendini toparlamasından önce, ellerini çabuk tutarak- Müslümanların kendilerine gelmeleri, birliklerini kurmaları üzerinde durdu.[21] Yoksa onları bir kıyametin beklediğini hatırlattı.[22] Ne yazık ki aradan geçen bunca yıl, bu birlik çağrısına kulak verilmediği için kıyametin bölge bölge yaşandığı günümüze geldik. Müslüman ülkeler peşpeşe işgal edilmekte, yersiz yurtsuz bırakılan ülke insanları geçmişteki vurdumduymazlıklarının cezasını ağır bir şekilde çekerken, diğer bütün İslâm ülkeleri ise tam bir duyarsızlık içinde, kurbanlık koyunlar gibi, âdeta aynı sona uğrayacaklarını bile bile, sıralarını beklemektedirler. Birlik ruhundan yoksunluk, olaylara tarihî-sosyolojik açıdan bakmanın önünü tıkadığı için, bu sona duyarsız davranmaktadırlar. 

1960’tan bu yana, durmaksızın “İslâm Paktı”, “İslâm Bloku”, “İslâm Ortak Pazarı” gibi kuruluşlarla siyasi ve ekonomik alanda Müslümanların bir araya gelmesi zaruretini tekrarlayan Sezai Karakoç’un bu görüşleri, sonradan zaman zaman tartışıldı, zaman zaman da milletlerarası politikanın konusu oldu. İslâm Birliği Sekreterliği kuruldu. İslâm milletleri zirve konferansları tertiplendi. Faizsiz İslâm bankası, İslâm Ajansı gibi kuruluşlar üzerinde de duruldu. Bütün bunlara rağmen İslâm dünyasında hiçbir devlet, işin önemini bütün ciddiyetiyle kavramış ve konunun üzerine bütün ağırlığıyla eğilmiş değildir.[23] Daha 1967 yılında yazdığı yazılarda Karakoç, “İslâm devletlerinin, hele Ortadoğu ülkelerinin bir pakt veya bir blok etrafında toplanması kadar gerekli, realist, kazançlı ikinci bir dış politika projesi bulmak güçtür”[24] görüşünü savunarak işin ciddiyeti üzerinde duruyordu. Düşmanlarının iki yüz yıllık çalışmaları karşısında halen geniş ölçüde kültür, tarih şartı ve kader benzerliği bakımından tabii bir entegrasyon içinde bulunmalarına rağmen, İslâm ülkelerinin yine de bu şartları hayata geçirmeleri imkân dahiline giremedi.

Bunun gerçekleşmemesindeki en büyük sorumluluk, Karakoç’a göre, aydınlardadır. Çünkü devletlerin görüşünü aydınlar tayin eder. İslâm dünyasının aydınları ise tamamen Avrupa tarafından şartlandırılmışlardır. “Kimi liberalizm veya kapitalizme, kimi sosyalizm veya komünizme, kimi ırkçılığa, kısaca ne kadar yabancı kaynaklı ideoloji varsa onlara kafa ve ruhlarını kaptırmış, halktan kopmuş, yavaş yavaş halkı da yoldan çıkarmaya başlamış, klişeci, ezberci, hep aynı sloganları tekrarlayan ve bu tekrar edişi düşünce sanan bir diplomalılar sınıfı teşekkül etmiş ve teşekkül ettiğinden bu yana da kendi medeniyet ve kültürüne, kendi hayat tarzı ve davranışlarına sırt çevirmiş, yabancılaşmıştır.”[25]

Elbette istenen birliğin sağlanması kolay ve hemen gerçekleştirilecek bir şey değildir. Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi, tek çıkar yolumuz budur ve başka alternatifimiz de yoktur. Çünkü eğer bu dağınıklığımız devam ederse, kıyamete kadar bugünkü içinde bulunduğumuz zillet durumundan kurtulamayacağız. Ancak eğer birlik ruhuna ulaşırsak dünyada rahat edeceğimiz gibi, bütün insanlık da rahat edecek, dünya bu sayede güvene kavuşacaktır. Bu da Müslümanların inancından kaynaklanan temel görevlerindendir. Onlar insanlığın hayrı için çıkarılmış bir ümmettir çünkü.

Her şeyden önce geniş bir medeniyet bakış açısına sahip olan Sezai Karakoç, mirasçısı olduğumuz zengin tarihî örneklerden yola çıkarak bir devletin fizikî ve coğrafî genişliğinin en az on milyon kilometrekare ve nüfusunun da ikiyüz elli milyon olması gerektiğini düşünür. Yukarıda açıklandığı gibi, aslında İslâm birliği sağlandığı takdirde bu şartların yerine geleceği açıktır. Bu şartlar büyük ülke olmanın şartlarıdır aynı zamanda. Çünkü Karakoç’a göre tek tek İslâm ülkelerinin gelişmiş olmaları yetmez. Büyük olmadıkça küçük gelişmişliklerin fazla bir önemi yoktur. Coğrafya ve nüfus büyüklüğü bunun için önemlidir. Bu yüzden de Cumhuriyet döneminin bizi alıştırdığı küçük devlet, yani ulus-devlet anlayışı tuzağından kendimizi kurtarmamız gerekir. Onun İslâm birliği ideali üzerinde ısrarla durması da bu yüzdendir. Özellikle günümüzde bu gereklilik tartışılmaz bir şekilde ortadadır. Bugün dünya, nüfus ve yüzölçümü bakımından büyük olan devletler tarafından yönetilmektedir. Küçük devletler ise her zaman bunların tehdidi altında yaşamak zorunda kalıyor. İslâm dünyası ne yazık ki böyle bir tehdit altındadır ve hemen her devlet, büyük devlet statüsündeki bir devletin baskısı altında, onun gölgesine sığınmış halde yaşamaktadır. Müslüman devletler Çin, Rus, ABD ya da Avrupa devletlerinden birinin ya doğrudan veya dolaylı sömürüsü, baskısı veya ekonomik ve kültürel pazarı durumundadır. Karakoç bu durumun sürüp gitmesinin müslümanların ölümü demek olduğunu söylemekte, onları diriltecek gücü, edilginlikten etkinliğe geçişin çaresini İslâm Birliği’nde görmektedir.

Yine karşı güçler tarafından bizzat müslümanlar arasında yayılan “bugünkü şartlar altında böyle bir birliğin sağlanması mümkün değildir” inancının yanlışlığını savunan Karakoç,[26] bunun mümkün, ancak kolay olmadığının bilincindedir elbet. Zor olsa bile imkânsız olmayan bu birlik için kısa vadeli değil, uzun vadeli çalışmalar içine girmek gerekir. Uzun vadede, önce daha dar ve yerel birlikler, federasyonlar oluşturulmalı, sonra da bunların birleşmesiyle büyük birliğe ulaşılmalıdır. Karakoç ısrarla, değişik zamanlarda ve farklı nedenlerle, İslâm ülkelerinin yapay olarak parçalandıkları, Batılılarca çizilmiş sınırlarla birbirinden ayrıldıkları, aslındaysa bu haritaların hiçbir anlamının olmadığı üzerinde durur. Bu şeyhliklerin, krallıkların, şahlıkların ve Batı taklidi devletçiklerin ömürlerinin kısa olduğunu ve böyle sürüp gitmesinin imkânsızlığını belirtir. Büyük birliğe giden yolda takip edilmesi gereken stratejiyi sıkça gündeme getirir:

Yıllar önce, Keşmir, Filistin ve Uzak Doğudaki Müslümanların, Malezya-Endonezya-Bengladeş’in bir Doğu İslâm Devletleri Federasyonu, Pakistan, Türkiye, İran, Irak, Suriye, Körfez Bölgesi ve Suudi Arabistan’ın bir Merkez İslâm Devletleri Federasyonu, Afrika’daki Müslüman ülkelerin de Batı İslâm Devletleri Federasyonu kurmaları gerektiğini yazdım 70’li yıllarda. Bir başka zaman da, hiç olmazsa Türkiye, Irak ve Suriye’nin Dicle-Fırat Federasyonu’nu, Doğu Akdeniz Federasyonu’nu, Mısır’dan Fas’a kadar da İslâm ülkelerinin Kuzey Afrika İslâm Federasyonu’nu, ya da Batı Akdeniz İslâm Devletleri Federasyonu’nu, ya da Mağrip Federasyonu’nu kurmalarını önerdim. Her vesileyle, Müslümanlara, bir hesap gününün geleceğini hatırlattım. “Birleşin” dedim, “hiçbir şey yapamıyorsanız, lokmayı büyütün. Sizi yutmak isteyen ülkenin boğazında kalın.[27]

Bölge federasyonları kurulduktan sonra bir de bütün İslâm devletlerini bir araya getiren bir birlik, Birleşmiş Müslüman Millet gibi bir kuruluş gerekiyor.

Gerçi inancımıza göre Müslümanlar Tek Millettir. Ama oraya gidebilmek için belki de bu dediğimiz merhalelerden geçmek gerekecektir.

Ama onlara da hiç lüzum kalmadan doğrudan doğruya birliğe gidilirse o daha iyi ve daha güzel.

Nerede bütün Müslümanları İslâm’a, İslâm çatısı altında birleşmeye çağıran yazarlar, şairler?

Ve bu birliği gerçekleştirecek kahramanlar?[28] 

Filipinler’deki olaylar, İran-Irak ve Körfez savaşları, Afganistan’ın başına gelenler, Filistin Faciası, Lübnan Trajedisi gibi, hepsi de Batılı ülkelerin geniş ve bütüncül bir hücumları için haberci olan olaylar dolayısıyla, İslâm dünyasının bugünkü halini, Irak ve Suriye işgallerini, Libya ve Mısır ihtilallerini ve diğer İslâm ülkelerindeki olayları tarihî-sosyolojik perspektifle o günden öngören Karakoç, İslâm âlemi için yeni ve çok güç bir dönemin başlayacağını belirterek birleşme zamanının çoktan geldiğini ve bunun için işe bölge federasyonları halinde birleşerek başlamak gerektiğini belirtiyor.

 Avrupa, Amerika ve Rusya’nın anlaşmalarından doğan hücum hattıyla karşılaşacağı yeni bir döneme İslâm Dünyası ilkin “birleşme”yle girmek zorundadır.

Kuvvetleri birleştirme, maddî ve manevî bütün kuvvetleri birleştirme suretiyle bir araya gelme ve bu şekilde bir saldırıya karşı koyma zarureti ile karşı karşıya gelmiş bulunuyor İslâm Ülkeleri. Yoksa bugünkü gibi olursa her birini tek tek ortadan kaldırmanın yollarını arayacaklardır.

İlkin birtakım bölge federasyonlarına gitmek, sonra bu federasyonları bir konfederasyon veya pakt halinde bir araya getirmek, ufukta gözüken tehlikeye karşı alınacak ilk tedbirdir.

Mısır, Libya, Tunus, Fas, Cezayir’den meydana gelen Kuzey Afrika İslâm Federasyonu, Nijerya ve civarındaki Müslüman ülkelerden meydana gelen Batı Afrika İslâm Federasyonu, Türkiye, Suriye, Irak’tan meydana gelen Dicle-Fırat İslâm Federasyonu, Filipinler’i de kurtarıp içine almak suretiyle Endonezya, Malezya, Pakistan ve Afganistan’dan meydana gelen Güney Asya İslâm Federasyonu gibi bölge federasyonları kurmak artık kaçınılmaz bir savunma zarureti olmuştur.[29] 

 

5.

Şu anda, bunca zora ve dış baskılarla çekilmiş yapay sınırlara rağmen, gerçekte İslâm milleti, bütünlük içinde bir realite olarak vardır.[30] Bir zamanlar gerçekleşmiş olan ve şimdi de varolan bu potansiyelin harekete geçirilmesi, İslâm ülkelerinde ortaya konulacak güçlü bir iradeye bağlıdır. “İslâm ülkeleri, düşmanlarının ikiyüz yıllık çalışmasına rağmen, halâ geniş ölçüde kültür, tarih şartı, kader benzerliği bakımlarından tabii bir entegrasyon içindedir. Onları birbirinden ayırmaya, birbirinin karşısına getirmeye yarasın diye dikilen engeller, çekilen sınırlar hâlâ suniliğini korumaktadır. Bu devlet ve ülkelerin şu veya bu şekilde bir araya gelerek teknik, kültür ve ekonomi alanlarında güçlerini birleştirmeleri, hatta dış politika ve askerî bakımdan da bir bütünlük göstermeleri, gerek her ülkenin savunması, gerek bölgenin ortak problemlerinin çözümlenmesi, gerek dünya sulhunun devamı, gerek milletlerarası kuvvet dengesi bakımından şarttır.”[31] Bu yüzdendir ki, zaman içinde mevzii de olsa, kurulmuş olan birlikler, bu iradenin çeşitli sebeplerle harekete geçirildiğini, ancak yine bu düşmanlıklar sebebiyle girişimlerin sonuçsuz kaldığını göstermektedir. 

Bu işlevsizliğin nedenlerinden en önemlisi, kurulan birliklerin, İslâm ülkelerinin kendi iradeleriyle değil, dış etkilerle kurulmuş olmalarıdır. Karakoç buna örnek olarak Bağdat Paktı’nı veriyor:

Coğrafya, tarih, kültür, din ve ekonomi şartlarının bir birliğe çağırdığı İslâm ülkeleri, milletlerarası konumları gereği, bir paktın potansiyel gücünü sürekli olarak taşıdıkları için, zaman zaman, büyük devletlerce, planla hazırlanmış sürprizlerle karşılaşacaklardır. Bu tabii birlik manzarası açık bir hukukî görünüşe kavuşturulmadıkça, batıdan doğudan esen sun’i ilkah rüzgârlarıyla “erken doğum” veya “sezaryenle ameliyat” cinsinden, gerçek doğumu engelleyen ve düşüklere sebep olan zorlama sancılardan kurtulamayacaktır İslâm iklimleri. Rusya, daha radikal bir cepheden hareket ederek böyle bir birlik doğmasın ve İslâm’ın tabii birlik manzarası mümkün mertebe parçalansın diye, Ortadoğu’da yuvalanmış ne kadar ajan ve propaganda merkezi, hücresi, çarkı varsa harekete geçiriyor, olanca gücüyle müslüman ülkelerin birbirine yaklaşmasını sabote ediyor. Batılı devletlerse, buna benzer ayırıcı ve uzun vadeli çalışmalar yanında, bir de, nasıl olsa kaçınılmaz gibi gelen birlik fikrini başka yönlere çekmekte, başka hedefler göstererek gerçek doğrultusundan çıkarmaya çalışmakta, birtakım ölü doğmuş, korkak ve cılız birlik biçimleriyle oyalamakta. İşte Bağdat Paktı bunun bir örneğidir. Eğer gerçek pakt o gün kurulmuş olsaydı, bugüne kadar birçok ihtilâllerle, savaş yenilgileriyle kökünden sarsılmış ve sallanmış bulunan Ortadoğu’nun başına bunca felâket gelir miydi? Fakat, böyle bir gerçek paktın kendiliğinden doğacağını sezen İngiltere, o kurulmadan ölü hedefli bir paktın kurulmasına bizzat kendisi önayak oldu. Kurulan pakt, kendisinin karşısında olması gerekirken, birinci ve en güçlü üyesi olarak İngiltere’yi içinde buldu.[32]

Karakoç’un gerçek bir örnekle açıkça ortaya koyduğu gibi, İslâm ülkeleri arasında kurulacak gerçek birlikleri sabote etmek amacıyla Batılı ülkelerce, adeta ön alınarak kurulan birlikler, müslümanların hiçbir problemine çözüm getirmeyen işlevsiz sözde birlikler olarak orta yerde durmaktalar. Uzun yıllardır, Ortadoğu’da Batılı devletlerce oynanan oyunlar ve işgaller karşısında bu birliklerin hiçbir faaliyetinin olmaması ve tepkisiz kalmaları faillerine cesaret ve bizim için ibret vericidir. Ne yazık ki şimdiye kadar kurulan teşkilât veya paktlar, hep yabancıların ön almasıyla kurulduğu için Müslümanlara bir fayda sağlamamıştır.   

Karakoç’un örneğini verdiği Bağdat Paktı, 1955 yılında II. Dünya Savaşı’nın ardından Sovyetler Birliği’nin yayılmacı tutumuna karşı Amerika Birleşik Devletleri tarafından geliştirilen güvenlik kuşağı oluşturma politikasına uygun biçimde hayata geçirilen ama ABD’nin üye olarak katılmadığı İngiltere, Pakistan, Irak, İran ve Türkiye arasında kuruldu.

Irak’ın 14 Temmuz 1958 darbesinden sonra 24 Mart 1959 tarihinde ittifaktan ayrıldığını açıklaması üzerine, diğer üyeler teşkilâtın adını, NATO ve SEATO bölgeleri arasında yer almasından dolayı Merkezî Antlaşma Teşkilâtı (Central Treaty Organization [CENTO]) olarak değiştirmeyi ve sekreteryasını da Ankara’ya nakletmeyi kararlaştırdılar (21 Ağustos 1959); böylece teşkilât Bağdat Paktı’nın Irak’sız devamı niteliğinde ortaya çıktı. Bağdat Paktı’nın kuruluşunda etkili olan ABD, bunun da kuruluşunda rol oynamış, fakat teşkilâta tam üye sıfatıyla katılmamıştır. Ancak üye devletlerle ikili düzeyde savunma antlaşmaları yaparak teşkilâtın askerî komitesinde etkisini sürdürmüş, ittifakın askerî planlama komitesi başkanlığında da ABD’den bir general görev yapmıştır. Bununla birlikte CENTO hiçbir zaman askerî alanda önemli bir güç teşkil etmemiştir.

Resmî adı Regional Cooperation for Development’dir (RCD) olan Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği Teşkilâtı, 21 Temmuz 1964'te Türkiye, İran ve Pakistan devlet başkanlarının ortak demeçleriyle İstanbul'da hayata geçirilen ve sekreteryası Tahran'da bulunan bir teşkilâttır. Başlıca amaçları şu şekilde tesbit edilmiştir: 1. Malların üye ülkeler arasında serbest dolaşımını ve iş dünyaları arasında daha yakın ilişki kurulmasını sağlamak; 2. Ortak teşebbüsler için çaba harcamak; 3. Taşıma ve haberleşme sektörlerinde iş birliği yapmak; 4. Eğitim ve öğretim imkânlarını seferber etmek, ortak kültürel mirasa sahip çıkarak bu alandaki faaliyetleri birlikte yürütüp yaygınlaştırmak; 5. Ekonomilerin birbirini tamamlayıcı özelliğinden âzami derecede faydalanarak hızlı kalkınmaya yardımcı olmak.

RCD, 1979 yılına kadar faaliyetlerini sürdürmüş, serbest ticaret sahasına dönüşümün yaklaştığı bir dönemde İran'da gerçekleştirilen devrimden sonra işlerliğini kaybetmiştir. Üye ülkeler arasında 1984 yılı içinde karşılıklı iyi niyetli girişimlerle sekreterya yeniden faaliyete geçirilmiş ve 1985'te imzalanan bir protokolle İran, Pakistan ve Türkiye’nin katılımıyla Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı (Economic Cooperation Organisation-ECO-EİT) adı altında tekrar kurulmuş, 1992'de Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Azerbaycan, Özbekistan, Tacikistan ve Afganistan'ın katılımıyla genişletilmiştir.

1969 yılında, Avustralyalı radikal bir Yahudi tarafından İsrail işgali altındaki Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’nın kundaklanmasının ardından, duyulan ihtiyaç üzerine İslâm Konferansı Örgütü (İKÖ) adıyla, üye ülkeler arasında işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmek, İslam dünyasının hak ve çıkarlarını korumak amacıyla kurulan ve 2011 yılında adı İslâm İşbirliği Teşkilâtı (İİT) olarak değiştirilen kuruluş, 57 müslüman devletin üye olduğu, görünüşte en büyük İslâm birliğidir. Müslüman devletler üzerinde her türlü oyuna, işgallere rağmen aynı şekilde hiçbir varlık gösteremeyen, âdeta adı var kendi yok, görünüşte bir teşkilât olarak vardığını sürdürüyor.

Necmettin Erbakan'ın başbakanlığı döneminde, doğrudan müslümanların inisiyatifinde "üye ulusların refahını ve huzurunu artırmak" hedefiyle 1997’de Türkiye, Nijerya, Mısır, Pakistan, Endonezya, İran, Malezya ve Bangladeş’in üyeliğiyle kurulan Gelişen 8 Ülke (D-8) Ekonomik İşbirliği Örgütü de halen, yaklaşık 1,2 milyar nüfusu, 4 trilyona yaklaşan elonomisi ve 7.5 milyon kilometrekareyi aşan coğrafi alanıyla varlığını sürdürmesine rağmen, o da yeterince faal görünmemekte ve kuruluş ilkelerine uygun davranamamaktadır.

Görüldüğü üzere kurulan bu birliklerin, daha çok ABD ve diğer Batılı ülkelerce, kendi çıkarları doğrultusunda kurdurulduğu veya yönlendirildiği için, birliği oluşturan müslüman ülkelere hiçbir fayda sağlamadığı ortadadır. Şu halde esas olan, İslâm ülkelerinin kendi problemlerini kendilerinin çözeceği ve yabancıların işe karıştırılmayacağı teşkilâtlara ihtiyaçları vardır. Bunun için de müslüman ülkeler, bağımsız olarak kendi büyük birliklerini kurmak zorundadırlar.

Sezai Karakoç, halen var olan bu teşkilâtların nasıl işlevsel hale getirilecekleri üzerinde çokça durmuştur. 15 Mayıs 2021 tarihinde, Ramazan Bayramı Kutlaması dolayısıyla yaptığı konuşmada, en azından, var olan kuruluşların nasıl işlerlik kazanacağı konusunda şu düşüncelere yer vermişti:  

Müslümanlar uyanmalı, ortak değerlerde buluşmalı, Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra yeri boş kalan Büyük İslâm Devleti’ni kurmalıdır.  Bu mümkün olmazsa, İslâm Devletleri Birliği’ni kurup etkili bir şekilde karşı koymalıdır. İslâm İşbirliği Teşkilatı’nı BM’nin karşısında İslâm Milleti’nin kalesi yapmak lâzımdır. (…) Bugün, 57 devletin birliği olan İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nı, kendi düşünce, inanç ve isimlendirmelerimizle, bir nevi İslâm Birleşmiş Millet Topluluğu, 10 devletin kurduğu Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı’nı da, bir nevi İslâm Güvenlik Konseyi gücü yapmalıyız. Elbette bugünkü statüleriyle değil, değişmiş tüzük ve programlarıyla. Unutmayalım ki, Bağdat Paktı’nı küçülte küçülte önce CENTO, sonra RCD, daha sonra da ECO yapmışlardı. Şimdi sadece ekonomik bir birlik olan teşekkülü, dediğimiz gibi askerî ve siyasî bir güç haline getirmek gerekmektedir.

Sezai Karakoç, burada stratejik bir değişiklik önermektedir: Bugüne kadar İslam ülkelerinin güttüğü bütüne doğru önce parça parça, her ülkenin büyüyüp diğerlerini de kurtarması stratejisini bırakmak gerektiğini ifade ediyor. Önerdiği yeni strateji, bütüne doğru hep birlikte hemen şimdi hareket etmek. Bu yaklaşım, tarihsel ve sosyal olanı politize ederek en büyük güce ulaşma yoludur. Tarih, coğrafya ve din birliği olarak İslâm Birleşmiş Millet Topluluğu*, yeni küresel gücün mucizevi kaynağıdır.

Sezai Karakoç, aynı yıl Kurban Bayramı Kutlaması’nda da bütün dünyaya bir uyarıda bulunarak, söz gelimi ABD-Çin nükleer savaşının yaklaşmakta olduğunu, bunu da ancak İslam Birleşmiş Millet Topluluğu’nun (İBMT) durdurabileceğini söylemişti ki, bu aynı zamanda, dünyanın ihtiyaç duyduğu barış ve sükunu, sadece İslâm birliğinin oluşturacağı bir denge kampının gerçekleştirebileceği anlamına gelmektedir. Karakoç, bugün, Batı’daki ve Doğu’daki büyük devletleri yöneten gizli-açık güçlerde sağduyudan, temkinden eser bulunmadığını, halihazırda büyük devletlerin küçük devletler üzerinde uyguladıkları baskı, işgal ve yıkımın, giderek çok daha büyüklerinin işareti olduğunu, hele hele bu savaşların yarın büyük devletler arasında olması ihtimalinin insanlığın geleceğini karartan bir görünüş olduğunu ve insanları umutsuzluğa düşürdüğünü, bunun ise ancak yine İslam dünyasının birliğini kurarak yeni bir güç odağı olarak ortaya çıkmasıyla engellenebileceğini söylüyordu. Karakoç, gelecekte kaçınılmaz bir tehlikeye de şöyle dikkat çekmişti: “Batı ile Doğu arasında çıkacak bir savaş, insanlığı yeniden taş devrine döndürecektir. Taş üstünde taş kalmayacaktır.”

Böylesi bir dünya savaşını, ancak yek vücut olmuş İslam milletinin birliği önleyebilecek; kendisiyle birlikte insanlığın da güvenliği bu yolla sağlanacaktırtır. Kısacası, İslam Birleşmiş Millet Topluluğu (İBMT) dünya barışının gerçek teminatı olacaktır.

Bu birlikten bahsediş, Karakoç’ta, bir temenni ve slogandan ibaret değildir. O, İslâm birliğini müslümanların varoluş şartı olarak görmüş, bu birliğin olmayışının hüznü içinde yaşamıştır. Büyük bir devletin mensubu olduğunu hiç unutmamış, cumhuriyetten sonra sokulduğumuz dar ulus-devlet kalıbına da yakınlık duymamıştır. Onun İslâm Birliği fikrinde ısrarı, olmayacak bir ütopyanın peşinde koşmak değil, yüzyıllar boyu yaşanmış bir gerçekliğin tekrar yaşanabileceğine gönülden inanmak, iman etmektir. Zaten Karakoç, İslâm Birliğini, İslâm’ın temel ilkesi olan Tevhid inancı dahilinde görmekte, bunu sağlayamadığımız takdirde bu ilkeyi de yaşatamayacağımızı söyleyerek bunun bir iman meselesi olduğunu belirtmektedir.[33]

Kendi ülkemiz açısından düşünelim: Türkiye’de uzun yıllara dayalı bir AB’ye katılma ısrarı var. Bunun için bir bakanlık bile kurulmuş, büyük emek ve çaba harcanmıştır. Sonuçta halâ çaresiz bekletildiğimiz o kapının asla açılmayacağı ortadadır. Yani bu konuda boşa kürek çekiyoruz. Oysa AB’ye girmekle elde edeceğimiz kazanımların daha fazlasını İslâm Birliği ile elde edeceğimiz kesin. Yani elimizin altındaki bir fırsatı değerlendirmeye yaklaşmadan olmayacak bir hayalin peşinde koşuyoruz. Avrupa tarihin hiçbir döneminde bize yakınlık duymadı. Bugün de bize karşı takındığı tavır ortadadır. Dolayısıyla Sezai Karakoç’un olaylara bakış metodu olan Tarihî-sosyolojik perspektiften baktığımızda, bunun sonsuza kadar da böyle gideceği görülür. O zaman bu anlamsız ısrar neden?

Eğer işin önemini kavrasak, AB’ye girmek için harcadığımız gayreti harcasak ve diğer Müslüman ülkelerde de böyle bir bilinç uyandırmak için çalışsak, uzun vadede de olsa bu ideale ulaşmanın kolaylaşacağına kuşku yoktur. Bunun, ulaşılmaz bir hedef olmadığı bellidir; çünkü daha yüz yıl öncesine kadar zaten bu birlik içindeydi müslümanlar. Karakoç, bütün engellemelere ve inananların bu yoldaki umutlarını kırma çabalarına rağmen, bu birliğin kurulacağına ve Allah’ın rahmetinin gelip bizleri ye’se düşmekten kurtaracağına olan inancını hep diri tuttu: “Bir gün gelecek, yine Yüce İslâm Milleti, bilinçlenecektir. Nerelerden nerelere geldiğini öğrenecek ve bu onu uyandıracaktır. Buna en büyük bir inançla inanıyorum.”[34] Bunun şartı da gerçek millet liderleri ve aydınlarının çıkmasıdır: “Gerçek millet liderleri geldiği gün, artık her bakımdan birleşmeyi kimse önleyemez ve önleyemeyecektir. Bu millet kutlu bir millettir. Bu milletin prensipler yasası Kur’an-ı Kerim’dir. Bu milletin sembolü hilâldir. Bu millet Arap, Türk, Kürt, Zenci, Hintli diye ayrılmaksızın, Birinci Cihan Savaşı da dahil, İslâm’ı yıkmaya çalışanlara karşı, bütün savaşlarda, kardeşçe ve yanyana çarpışmışlardır…”[35]

 

Sezai Karakoç’un yazıda alıntı yapılan kitapları:

Diriliş Neslinin Amentüsü, 33. Baskı, 2016

Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II, 4. Baskı, 2014

Sütun, 8. Baskı, 2016

Dirilişin Çevresinde, 8. Baskı, 2016

Sur-Günlük Yazılar III, 7. Baskı, 2017

Çıkış Yolu III-Kutlu Millet Gerçeği, 2003

Edebiyat Yazıları II, 2. Baskı, 1997

Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi III-Doğum Işığı, 3. Baskı, 2009

İslâm’ın Dirilişi, 10. Baskı, 2009

 

[1] Sur, s. 91

[2] Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II, s. 92

[3] Age., s. 92

[4] Age., s. 93.

[5] Bkz., age., s. 87

[6] Age., s. 87

[7] Bkz. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi 1914-1980, s. 11. (T. İş Bankası Kültür Yayınları, 1986)

[8] Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II, s. 88

[9] Age., s. 88

[10] Bkz. Fizikötesi Açısından III, s. 72. “…gerek teorik planda, gerek realitede, Batı medeniyeti, İslâmın getirdiği millet kavramını ve gerçeğini henüz anlamış bile değildir. Batının, bugünkü millet anlayışı bile, İslâmın anlayışına göre, tam bir primitiflik içinde bocalamaktadır. Diyebiliriz ki Avrupa’nın ve Batı dünyasının bugün bir medeniyet buhranı geçirmesinin belki de asıl sebebi budur” (Dirilişin Çevresinde, s. 117).

[11] Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II, s. 88-89

[12] Bkz. Çıkış Yolu III, s. 17

[13] Bkz., Edebiyat Yazıları II, s. 16

[14] Çıkış Yolu III, s. 17

[15] Bkz., Diriliş Neslinin Amentüsü, s. 63

[16] Çıkış Yolu III, s. 23

[17] Diriliş Neslinin Amentüsü, s. 64

[18] Age., s. 64

[19] Age., s. 64

[20] “… İslâm Milleti, tarih içinde yerini almıştır. Birbirine bitişik coğrafya parçalarında oturduklarından bir yurt beraberliği vardır. Ülkü birliği ise bu milletin temel taşıdır. (…) Kurulan İslâm devletleri hep bu birliği hedef almış ve birçoğu da, ufak tefek istisnalarla bir devlet bir millet olma hedefini gerçekleştirmişlerdir. Asr-ı Saadet, Hulefa-yı Raşidin, Emevi, Abbasi, Büyük Selçuk ve Osmanlı Devletleri, İslâm Milletinin bir bütün halindeki devlet ifadeleri olmuştur. Devletler zayıfladığı veya parçalandığı zaman da bu millet bütünlüğü bozulmamıştır. Şu yirminci yüzyılda, bütün düşman propagandasına ve aydınların avrupaî Marksist, batıcı veya ırkçı teorilerine kapılmalarına ve saplanmalarına rağmen islâm halkları birbirine düşman edilememiştir. Ve bir millet olma vasfı bozulmamıştır. Siyasi parçalanma yapmadır; geçicidir ve yabancı devletlerin empoze ettiği ve bütün güçleriyle yürütmeye çalıştıkları bir zorlamadır.” (Dirilişin Çevresinde, s. 123-124)

[21] Karakoç, 1966 yılında yazılan ve 1967 yılında yayınlanan İslâm’ın Dirilişi adlı kitabında, o zaman Avrupa Topluluğu (AT) olan teşkilâtın, Avrupa Birliği (AB) olarak yeniden yapılanacağını kestirmiş ve bu birlik kurulmadan önce müslümanların İslâm Birliği’ni kurmaları gerektiğini belirterek “Avrupa Birliği kurulmadan İslâm Birliği gerçekleşirse, Avrupa’ya, Batıya ve Doğuya, İslâm ülkelerinde bir daha gün yüzü görmek nasip olmayacaktır” (İslâm’ın Dirilişi, s. 23) uyarısında bulunmuştur. Ama ne yazık ki İslâm ülkeleri bu fırsatı kaçırmışlardır.

[22] Bkz., Yapı Taşları II, s. 164

[23] Sûr, s. 89

[24] Bkz. Sütun, s. 109-120

[25] Sur, s. 89

[26] “İslâm Birliği idealini bir hayal, bir ütopya sananlar aldanıyorlar. Göz görüyor ve kalb duyuyor ki, İslâm Alemi için birleşmek, bir araya gelmek, artık varolmanın tek şartı haline gelmiştir. Veyl bu gerçeği görmeyenlere!

Tarihin hiçbir çağında birleşmeyen Avrupa, Dante’nin İlâhi Komedi’sinden, Makyavel’in Prens’inden başlayarak Şekspir, Göte ve benzerleri dehalarının metinlerinde birlik için işaretler, ifadeler bulup da idealinin bugün doğmuş gelgeç bir heves olmadığını kendine ve dünyaya ispat ve ilân etmeye çalışırken daha elli yıl öncesine kadar bir devlet bayrağı altında yaşayan Müslümanlar bugün bu birliği bir hayal kabul ediyorlar! Ne korkunç tezat!” (Sûr, s. 92)

[27] Yapı Taşları II, s. 164

[28]Sûr, s. 93-94  

[29] Age., s. 90-91.

[30] Bkz., Dirilişin Çevresinde, s. 124

[31] Sütun, s. 110

[32] Sütun, s. 112-113

* Karakoç, müslümanların tek millet olmaları dolayısıyla, İslam Birleşmiş Milletler Topluluğu şeklinde çoğul ifade yerine, İslam Birleşmiş Millet Topluluğu şeklinde tekil bir ifade kullanıyor.

[33] Bkz., Yapı Taşları II, s. 92

[34] Diriliş Neslinin Amentüsü, s. 17

[35] Dirilişin Çevresinde, s. 124



Bu yazı 5800 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
Henüz anket oluşturulmamış.
YUKARI