Diriliş düşüncesinde zaman kavramının özel bir yeri vardır. Sezai Karakoç zamanı bir bütün olarak ele alır ve bu bütünlüğün bozulmadan korunması üzerinde ısrarla durur. Biz bunu “zamanın bölünmezliği” şeklinde kavramlaştırıyoruz. Nitekim zamanın geçmiş, şimdi ve gelecek şeklinde üçe bölünmesi kategorik şekilde sembolik ve zihinsel bir olaydır. Karakoç zamanın bu şekilde üçe ayrılmasının bir kolaylık olarak seçildiğini, yoksa aslında zamanın yapısının bu ayrıma uymadığını söyler:
Bir bakıma, şimdiki zaman da gelecek zaman da bir parça geçmiş zaman değil midir? Bir bakıma, geçmiş zaman da gelecek zaman da şimdiki zamanın içinde bulunmuyor mu? Bir bakıma da her şey ve her zaman gelecek zamanda, gelecek zaman için, gelecek zamana doğru değil midir? (Sütun: 136)
Böylesine iç içe geçmiş bu soyut zaman bölümlerini somut bir şekilde birbirinden ayırmak, bir şeyi ancak belirli kalıplar içinde anlamaya alışmış zihinler için geçerlidir. Ayrıca günlük siyasî ve ideolojik tartışmalarda bu ayrımın bir kullanım değeri olabilir. Söz gelimi, bütünlük içinden bir bölümü çıkararak bir “zaman sıkıştırması”na gitmek suretiyle, yaşanmış olmasını istemediğiniz bir olayı, modernistlerin yaptığı gibi zaman dışında bırakmanız mümkün. Modernlikte geçmişin geleneksellik parantezine alınarak hayattan çıkarıldığı düşünülür. İnsanlar bütünlükten koparılmış bu zaman dilimlerine göre birtakım kategorilere ayrılırlar: Gelenekçiler, modernler, eyyamcılar, hayalperestler… Sezai Karakoç, Cumhuriyet ideologları üzerinden bir değerlendirmeye giderek bu üç zamandan birine takılarak kalanları şöyle değerlendirir: Geçmişin reddi, bir köksüzlüğün işaretidir. “Bu köksüzlük, denebilirse, o kadar köklüdür ki, ağrının ve sızının nereden geldiğini bile kestirme duygusundan mahrum ediyor bu kadroyu. Daha derini karanlık buluyor. Geçmiş zaman korkutuyor. Geçmiş zamanı yüklenirse ağırlığın altında ezileceğini sanıyor.” Yük olduğunu düşündüğü şeyin, gerçekte kendisini kurtaracak can simidi olduğunu anlamıyor. Bir önyargı olarak ondan korkuyor. “Gelecek zaman da sanki hiç gelmeyecek gibidir bu kadroya göre.” Bu iki zamanla ilgisini kesmiş olan bu kadronun, aslında şimdiki zamanla da ilgileri kopmuştur.
Sezai Karakoç, geçmiş ve şimdi ile bağlantılı olarak ulaşılacak “gelecek” kavramını değişik biçimlerde değerlendirir ve onu düşüncemizin önemli bir kategorisi halinde ele alır. Bu biçimlerden biri, doğrudan üç bölümlük akışı içindeki süreç olarak “gelecek”tir. “Geçmiş” yaşanmış olanı, “şimdi” yaşanmakta olanı, “gelecek” ise henüz gelmemiş olan ve geleceğe doğru akan zamanı anlatır. İkinci olarak, aslında bölünemez olan zamanı parçalayarak kendini bu parçalardan birine ait gören kimselerin yaptığı ideolojik zaman bölmeleri ve üçüncü olarak da geleceğe yönelik duygu ve beklentilerimizi dile getiren umut ve özgürlük kavramlarıyla ifade ettiğimiz yönelim alanlarıdır.
Birinci anlamda gelecek, Diriliş düşüncesinde “yenilenme” kavramıyla özdeş bir anlam ifade eder. Bu anlamda gelecek, ilerleyen zamanın bilinmezlikleri karşısında var olabilmek ve ayakta durabilmek için sürekli bir yenilenme bilincinde olmaktır. Zaman, akışı içinde bizi hızla geleceğe doğru itmektedir. Eğer sürüklendiğimiz bu yeni zamana karşı hazırlıklı değilsek, gafil avlanıp adeta bir karanlığın içine düşmüş oluruz. Orada yolumuzu bulamaz halde, ya ne yaptığımızı bilmeden oradan oraya savruluruz, ya da birileri bizi bilmediğimiz yerlere sürükler. Savrulmuşluktan ve sürüklenmekten kurtulmak, bizi karşılayacak yeni zamana bilinçli bir şekilde ulaşabilmek için, geleceğimizi iyi tayin etmemiz gerekir. Bu tayinde bize yol gösterecek olansa, gelecek için geçmişte ve şimdiki zamandaki bilinçli hazırlığımız olacaktır. Yani geleceğin biçimlenmesinde zamanın bir bütün olarak ele alınması gerekiyor.
Geleceğe hazırlıklı olmak durağan değil, hareketli ve canlı bir hayat içinde olmak demektir. İnsan geleceğe giderken sürekli bir yenilenme, düşünce ve gayret bilincinde olacaktır. Yenilenme bilinci, geleceğe, varoluşumuza, hayata kendi dünya görüşümüz içinden bir anlam ve yön verme çabası olmalıdır. Eğer kendimizi akıntıya bırakırsak başka düşünceler ve hayat tarzları içinde yitip gitmemiz mukadder olur. Yenilenmek, bu anlamda ve aynı zamanda hep diri olmak demektir ki zaten Diriliş düşüncesi de bunu ifade eder. Yalnız burada bir inceliğe dikkat etmemiz gerekiyor: Yenilenme ile modernlik arasında kavram farklılığı vardır. Yeniliğin Batı düşüncesindeki karşılığı olan modernlik, “içinde bulunulan zamana ya da göreceli olarak yakın bir döneme ait; en son ilerlemelerden yararlanan” şey olarak tanımlanır. Bu anlamda modern, baskın kültürün psikolojik zorlamalarla kabul ettirdiği ve cazip hale getirdiği yenidir. Günlük dilde kullandığımız “moda” tabirinin yani gelip geçici olanın anlık ifadesidir. Bu anlayışta eskiye ait ne varsa “geleneksel” parantezine alınarak yaşamın dışına itilir. Eski değerlerin önemine bakılmaksızın, onları savunanlar çağdışı ya da gerici olarak yaftalanır. Yeni olarak işaretlenen modernlik, her şeyin önüne geçer.
Dolayısıyla geçmiş diye bir şey tanımayan modernlik, bölünmüş bir zamanın yalnızca bir parçası içinde “şimdide” yer alır. Modernist, olaylara tarihi ve sosyolojik perspektif içinden bakmaz. Onun için her şey “şimdiden” ibarettir. Dolayısıyla sorunları enine boyuna araştırma ve karar verme çabası yoktur. Her şey bugüne ve şimdiye göre değerlendirilir. Bu da anlamdan çok görünüşe ait bir değerlendirme olur ancak. Günümüzde baskın egemen kültürün Batılı kültür olması dolayısıyla “modernlik”, doğrudan “Batılılık” ile eş anlamlı bir kavram haline gelmiştir. Onun içindir ki örneğin, “Türk Modernleşmesi” deyimini “Türk Batılılaşması” şeklinde okumak gerekir. Bu yüzden Batıcılar için pozitif anlam taşıyan bu kavram şüphesiz bizim için negatif bir kavramdır. Kelimenin Farsçadaki karşılığı olan “garbzedegî”, bu olumsuzluğu ifade eden doğru bir karşılıktır ki Sezai Karakoç da bunu “Batı mağduru” olarak ifade eder.
Dolayısıyla Diriliş düşüncesindeki “yenilenme” kavramı, Batı modernliğiyle taban tabana zıt, geçmiş ve gelecekle bağlantılı özgün bir yenileşmedir. Eşyanın doğasına uygun olan da budur. Doğada her şey eskiyi, yani geçmişi koruyarak yenilenir. İnsan bedeninde her an milyonlarca hücre ölmekte ve o kadarı da yenilenerek insanın yaşamının devamını sağlamaktadır. Doğada ağaçların sonbaharla birlikte yapraklarını dökmesi, meyvelerinin alınması ve adeta dinlenmeye çekilmesi sonunda baharda yeni yapraklar açması, çiçeklenmesi ve meyveye durması da bir “yenilenme” eylemidir. Dikkat ederseniz burada, ağacın esası, gövdesi ve kökleri feda edilmeden bir yenilenme söz konusudur. Eğer dallar, gövde ve kökler olmasa, yaprak ve çiçekler de olmaz, ağaçtan nihai amaç olan meyve alınması da imkânsız olur. Sezai Karakoç geçmişin, tıpkı bahar yenilenmesini içinde barındıran kış gibi, geleceği içinde taşıyan potansiyel bir güç olduğunu belirtir. Diriliş, “kış ortasında bahara hazırlık çağrısı”dır. Doğanın öldüğü sanılan kış, gerçekte içinde baharın dirilişini barındıran bir dirilikle doludur. Şu hâlde yenilenme, bir diriliş eylemidir, içinde diriliği barındıran güçtür.
Zamanın bu anlamdaki zorunlu bütünlüğü görüşü ve anlayışını, Sezai Karakoç bize vahyin bir armağanı olarak görür:
İnsan ruhunun metafizik çerçevesi, vahiyle karşılaşınca, zamanın bir bütün olduğu, “gelecek zaman”ın “geçmiş zaman”ı ve “şimdiki zaman”ı kavrayıp yenilediği hep görülegelmiştir. Zamanın, ruhun kendini dışa ve içe doğru gerçekleştirmesinden doğan sürekli yenilenişi ve bu yenilik için gerekli muştuya kavuşması, bir nevi sürekli dirilişi olduğu hakikatı, vahiy uygarlığının, hakikat uygarlığının her atılımında gözlenmiştir. (Diriliş Muştusu: 82)
Geleceğin biçimlerinden bir diğeri, “yenilenme” kavramıyla bağlantılı biçimde, “gençlik” kelimesiyle ifade edilen şeydir. Gençlik; geleceği çağrıştıran, böylece de eylem olarak ayağa kalkmayı, dinçliği, dirilmeyi ve diri kalmayı gösteren insanlık durumudur. Diriliş düşüncesinin geleceğe bakışı, gençlikle paralellik gösterir. Sürekliliği gençler sağlayacaktır. Bir düşünce, inanç, kültür veya medeniyetin ölü hâle gelmemesi, onun genç ve diri tutulmasıyla mümkündür. İslâm inancının sürekli diri kalması da genç nesillerin onu ileri taşımalarıyla gerçekleşir. Gençlik bizim için, düşüncelerimizi geleceğe yönlendiren bir dinamizm olması dolayısıyla, geçmişe saplanıp kalmaktan ya da bugünün aldatıcılığında geçmişi unutmaktan doğacak tehlikelerden koruyan sürekli taze kandır.
Bir toplum, ektiği her türden iyilik tohumlarının meyvelerini, içlerinden çıkardıkları gençlerle devşirir. Gençlik aynı zamanda gelecek için taşınan umut demektir. Çünkü umut, geleceğe ait bir duygudur ve gençlik bu umudun yeşereceği filizi sembolize eder. Şu hâlde gençliği ve geleceği bir bakıma umutla eşdeğer şekilde değerlendirebiliriz. Toplum bütünlüğünü düşünürsek, sağlam bir gençliğimiz varsa umutlarımız da var demektir ve bu umutların yeşereceği alan gelecek zamandır. Bu bakımdan hep umut içinde olmak, hep geleceğimizi yeniden düzenlemek, hep yeni geleceklere yelken açmak, hep umutlanmak demektir.
Gelecek umudu içinde olan milletler ancak ayakta kalır.
Sezai Karakoç bu gençliği “Diriliş Nesli” olarak adlandırır ve ona “özgürlüğün nesli” der. “Şartların elleri kolları bağlayan zincirleri ne kadar sıkı ve kımıldatmaz olursa olsun, ne kadar ağır durumlarla çevrelenmiş olunursa olunsun, diriliş kuşağı, özgürlüğü solur. Özgürlük onun hayat tarzıdır.”
Tarih boyunca Allah’ın dünya ve insanlar üzerindeki hükmünün de hep yenilenme şeklinde tecelli eden gençleştirme olgusuyla yürütüldüğünü görüyoruz. O’nun insanlığa gönderdiği değişmez dinin adı İslâm’dır. Ancak bu din her gelen yeni peygamberin şeriatıyla birlikte yenilenmiştir. En son kitaplı dört şeriatı ele alırsak, Hazreti Davud, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Peygamberimiz Hazreti Muhammed şeriatlarının birbirinden farklı görünüşlerine rağmen, temelde hep aynı kaynağa, yani İslâm’a bağlı oldukları, bir sonra gelenin bir öncekini yenilemesi şeklinde devam ettiği görülür. Daha önceki insanların, son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v) şeriatından sorumlu tutulmaları mümkün değildi. Artık Hz. Muhammed şeriatının da söz gelimi Hz. İsa şeriatıyla aynı olması imkânsızdı. Şu hâlde Allah’ın dininde özde hiçbir değişme olmadığı hâlde, şeriatlar hep yenilenerek birbirini takip etmiştir. Bu yenilenmede, eskinin eksiklikleri gideriliyor veya zamanın ilerlemesiyle tahrif edilmiş, bozulmuş, anlaşılmaz hâle gelmiş kısımları onarılıyor, yeni zamana göre ortaya çıkan yeni sorunların çözümleri sisteme ekleniyordu.
Eğer bir gençlikten ve bir gelecekten söz ediyorsak, bunun gelişme zemini “umut ve özgürlük”tür. Özgürlük zemini olmadan gelecek filizinin yeşermesi mümkün değildir.
Bir üçüncü anlamda geleceği, ileriye dönük duygu ve beklentilerimizi ifade eden “umut” olarak tanımlayabiliriz. Bu açıdan bakıldığında, umutlarımız geleceği ifade eder. Yukarıda da söylediğimiz gibi umut, geleceğe ait bir duygudur ve ancak özgürlük içinde gerçekleşir. Birey veya toplum olarak gelecek konusunda birtakım beklentiler içinde, umutlu (iyimser) ya da umutsuz (kötümser) oluruz. Geleceğimiz hakkında iyimser olmamızı sağlayan şey ise onu kendi isteğimizle yani özgür olarak kurma çabamızdır. Tutsağın geleceği yoktur, olsa bile bu kendisine ait bir gelecek değildir. Özgür olmayan insan, elinden umudu ve dolayısıyla geleceği alınmış insandır.
İslâm dünyası uzun yıllardır bu umutsuzluğun girdabında bulunmaktadır. İçinde bulunduğu olumsuzluklar karşısında insanımız, adeta çaresizlik içinde, “Avrupa’ya, Batı’ya, Rusya ve Çin’e karşı, bu dev güçlere karşı bugünkü zayıflığımızla nasıl direnebiliriz?” şeklinde bir umutsuzluğu yaşıyor, hele hele “nasıl tekrar ayağa kalkıp dirilebiliriz?” diye düşünüyorsa, elinden umutlarının alınması yüzündendir.
Umutsuz veya umudu elinden alınmış, ruhu pörsümüş insanın, kendisini yeniden canlanmış bir inançla, bir varoluş aşkıyla diriltecek, umutla yeniden hayata kavuşturacak bir sese, içine düştüğü derin umutsuzluk kuyusundan çekip çıkaracak bir umut eline ihtiyacı var. Güven veren bu ses ve umut dağıtan bu el, Diriliş gençliği olarak adlandırılan İslâm gençliğinin sesi ve eli olacaktır:
Din dışı hiçbir sistem veya doktrin bu umutsuzluğu kökten silemez. Çünkü, din dışı sistem ve doktrinler dünya içi değişim kuralları bütünleridir. Halbuki, çağımızda insanın umutsuzluğu dünyayı aşmıştır. İnsan ruhunun inanış bölgesini, hayatın yaşamaya değer olduğunu fısıldayan ruh katını karartmıştır bu umutsuzluk. O katı, o bölgeyi ancak yeni bir inanç tazelenişi karanlıklardan kurtarabilir, aydınlatabilir, yarasalardan temizleyebilir, tozlardan arıtabilir.
Dinler içinde de ancak İslâm, bu taze inancı insana bağışlayabilir. (Sütun: 469-470)
İnsicam Dergisi
Mart 2022