Bugun...
İSLÂM SİYASET DÜŞÜNCESİ ÜZERİNE YAZILAR– 15.Nasiruddin Tûsî


Yüksel Kanar
 
 

facebook-paylas
Tarih: 19-12-2017 21:33

 

Ahlâk-ı Nâsırî

Nasiruddin Tûsî

 

Nasiruddin Tûsî, Ahlâk-ı Nâsırî, çev. Anar Gafarov, Zaur Şükürov, Litera Yayıncılık, İstanbul 2007.

 

Nasiruddin Tûsî, 11 Cemâziyelevvel 597’de (17 Şubat 1201) Tus’ta doğdu. Kum veya Hemedan yakınlarındaki Cehrûd Sâve’den olan ailesi daha sonra Tus’a yerleşmiştir. En çok kullanılan lakabı Hâce Nasîrüddin’dir. İlk eğitimini babasından alan Tûsî, on beş yaşlarında iken dönemin ilim merkezlerine yolculuk yaptı. Nîşâbur’da Muînüddin Sâlim b. Bedrân el-Mâzinî el-Mısrî’den fıkıh, Feridüddin Damad diye bilinen Ebû Muhammed Hasan b. Muhammed Ferîmûdî’den felsefe dersleri aldı. Tûsî ondan ayrıca İbn Sina’nın eserlerini ve özellikle el-İşârât ve’t-tenbîhât’ı okudu.

Genç yaşlarından itibaren ilme olan iştiyakı Tûsî’yi kısa zamanda üne kavuşturdu ve ünü, Kuhistan bölgesinin İsmailî hâkimi Nâsırüddin Abdürrahîm b. Ebû Mansûr Muhteşem’e kadar ulaştı. Nâsırüddin, Tûsî’yi kendi bölgesine davet etti. Moğol istilâsı yüzünden huzuru kaçan Tûsî bu teklifi kabul etti. İlk dönemlerde valinin kendisine destek olmasıyla Kuhistan’da ilmî faaliyetlerini yürütmek için uygun bir ortam buldu; özellikle Şerhu’l-İşârât, Ahlâķ-ı Nâsırî ve Tahrîrü’l-Mecistî gibi felsefî ve tecrübî ilimler alanındaki eserlerinin çoğunu burada yazdı. Ancak çok geçmeden İsmailîlerle arası açıldı. Kaynaklara göre bu durum onun Abbasi Halifesi Müsta‘sım Billâh’a yazdığı bir mektuptan kaynaklanmıştır. Tûsî’nin halifeyle mektuplaştığını öğrenen Kuhistan hâkimi, onu hapse attırdı. Bir süre sonra İsmailîler’in merkezi olan Alamut Kalesi’ne gönderildi. Moğollar Alamut’u kuşattıklarında Tûsî, Alamut hâkimi Rükneddin Hürşah’a Hülâgû’ya karşı koymanın bir işe yaramayacağını anlattı ve gizlice orayı terkedip kaleyi ona teslim etmesini tavsiye etti. Kalenin tesliminde Tûsî’nin bu rolünü öğrenen Hülâgû onu yanına alarak iltifatta bulundu. Hatta bazı kaynakların belirttiği üzere Tûsî’yi vezir yaptı ve birçok kurumun yönetimini kendisine verdi. Ardından Tûsî, Hülâgû’nun Bağdat seferine de katıldı. Bazı kaynaklar son Abbasi halifesi Müsta‘sım-Billah’ın Tûsî’nin tavsiyesiyle öldürüldüğünü kaydeder. Bilhassa Takıyyüddin İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye bu konuda Tûsî’ye ağır eleştiriler yöneltmiştir. Ancak Bağdat’ın işgali ve halifenin öldürülmesi konusunda geniş bilgi veren kaynakların hiçbirinde bu husus yer almaz. Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr de bu rivayeti şüpheyle karşılamaktadır. Tûsî’nin Hülâgû nezdindeki saygınlığı, özellikle müsbet ilimlerdeki faaliyetlerini yürütmek için maddî destek bulmasına vesile oldu. Hülâgû’yu ikna ederek Azerbaycan’ın Meraga şehrinde kendi dönemine kadar İslâm coğrafyasında yapılan en büyük rasathanenin kurulması için ondan kaynak sağladı. Rasathanenin yapımı 657 (1259) yılında tamamlandı.

Meraga’daki faaliyetlerini sürdüren Tûsî, Bağdat’a yaptığı bir seferde vefat etti (18 Zilhicce 672/25 Haziran 1274). Aynı şehirdeki İmam Mûsâ el-Kâzım’ın türbesinin yanına, daha önce Abbasi Halifesi Nâsır Lidinillâh için yapılan, ancak bazı sebeplerle halifenin gömülemediği mezara defnedildi. İbnü’l-İbrî, “Bazıları onun zehirlenerek öldüğünü yaydılar” ifadesine yer vermiştir. Sünnî ve Şiî kaynaklarında Tûsî’nin güzel ahlâklı, mütevazi ve insanlara karşı saygılı olduğu kaydedilir. Ancak İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye gibi Selefiler onun şer‘î kaidelere uymadığını, namaz ve oruç gibi ibadetleri yerine getirmediğini, şarap içtiğini, âhirete inanmadığını, âlemin kadîm oluşunu iddia ettiğini ileri sürmüştür. Hatta İbn Kayyim, Tûsî’nin Kur’an’ı “avamın Kur’an’ı”, İbn Sînâ’nın el-İşârât’ını “havassın Kur’an’ı” diye nitelendirdiğini söylemiştir. Aynı âlimler Tûsî’nin rasathane faaliyetlerini sihirle uğraşma olarak değerlendirmiştir. Oysa Tûsî’nin kitapları, özellikle kelâmla ilgili eserleri incelendiğinde onun şeriatın dışına çıkmamaya gayret ettiği görülür.[1]

 

Ahlâk-ı Nâsırî

Tûsî, her şeyden önce, her devirde dünyanın bir yöneticiye (müdebbir) sahip olması gerektiğini ifade eder: “Çünkü eğer idare kesilirse, düzen de ortadan kalkar ve türün kalıcılığı en yetkin şekilde gerçekleşmez.”[2] Yönetici, konulmuş kanunları korumak için çalışır ve bunların sürekliliği için görevliler tayin eder. Tûsî buradan hareketle bir siyaset felsefesi tanımı yapar: “Yardımlaşmayla gerçek yetkinliğe yönelmeleri sebebiyle umumun yararını gerektiren tümel yasaların incelenmesi.”[3] Bu ilmin konusu da, toplanmak suretiyle oluşan bir topluluğun yapısıdır. Bu konuda önce, bireyler arasında olan birinci toplanma biçimi ev (aile) toplanmasıdır. İkincisi mahalle, üçüncüsü şehir ve nihayet büyük milletlerin toplanması gelir.[4]

Tûsî şehir topluluğundan sonra büyük milletler ve en sonunda da bir dünya topluluğundan söz eder. Sözü edilen her topluluğun bir başkanı vardır. Burada Aristocu madde-suret teorisinin topluma uyarlanışını görüyoruz: “Ancak ailenin (evin) başkanı mahalle başkanına nispetle başkanlık edilendir, mahalle başkanı da şehir başkanına nispetle başkanlık edilendir ve bu şekilde âlem başkanlığına kadar uzar ki, ‘Başkanların başkanı’ odur ve o, ‘mutlak hükümdar’dır. Onun, âlemin halini ve âlemin parçalarının halini incelemesi, tabibin bireyi ve bireyin parçalarını [organlarını] incelemesi ve aile başkanının evin halini ve parçalarını [bölümlerini] incelemesi gibidir.”[5]

Dolayısıyla böyle bir başkanlık ilişkisi, hemen her şeyde söz konusudur. Söz gelimi bir sanat veya bilim dalında, iki kişi arasında daha yetkin olanın başkan, diğerinin ise –yetkinliğe yönelmesi için– ona tabi olduğu bir ilişki bulunur.

Bir araya gelme (toplanma) ve her topluluğun bir başkanının olması gerektiğinin açıklanmasından sonra, kitabın “Devlet yönetimi”ne ayrılan “Üçüncü Makale”sinin dördüncü faslında yönetim biçimlerinden söz edilir. Bunlardan birincisi, amacı halkı yetkinleştirmek ve gereği mutluluğa ulaşmak olan “imamet” denilen erdemli yönetimdir. İkincisi ise “zorbalık” denilen ve amacı insanları köleleştirmek, gereği de mutsuzluğa ve yenilgiye uğratmak olan eksik yönetimdir. “Birinci yönetici adalete sımsıkı yapışır, tebaayı arkadaşları yerine koyar, devleti kamusal iyiliklerle doldurur ve kendisini şehvetini kontrol eden olarak sayar. İkinci yönetici, zulme yapışır, tebaayı cariyeleri ve köleleri yerine koyar, devleti kamusal kötülüklerle doldurur ve kendisini şehvetin kulu sayar. Kamusal iyilikler: Güvenlik (emn), huzur (sükun), karşılıklı sevecenlik (meveddet), adalet, iffet, lütuf, vefa ve benzerleridir. Kamusal kötülükler: Korku, ızdırab, çekişme, zulüm (cevr), hırs, şiddet, vefasızlık (gadr), ihanet, maskaralık, gıybet ve benzerleridir. Her iki halde de insanlar hükümdarlara bakar ve onların davranışlarını örnek alırlar. Bundan dolayı şöyle demişlerdir: ‘İnsanlar hükümdarlarının dini üzeredirler’ ve ‘insanlar atalarından daha ziyade (kendi) zamanlarına benzerler.’”[6]

Hükümdarlığa talip olan bir kimsenin şu yedi özelliği kendinde bulundurması gerekir:

1. Zürriyet. Soyluluk insanlarda itibar ve heybet uyandırır.

2. Yüce gayelilik. Nefis terbiyesinden, gazabı dengelemek ve şehveti bastırmaktan sonra oluşur.

3. Görüş sağlamlığı.

4. Tam azim. Sağlıklı görüşle tam sebatın birleşmesinden ortaya çıkan bir erdemdir.

5. Zorluklara katlanmak, sabırlı ve kararlı olmak.

6. Zenginlik. Böylece insanların malına göz dikmeyecektir.

7. Uygun yardımcılar.

Hükümdar derken bir dünya başkanlığını kasteden Tûsî, dünya hastalandığında çaresini bulmaya güç yetiren, sağlıklı olduğu zaman da onun sağlığını koruyabilen kimsenin bu hükümdarlığı hak ettiğini söylüyor. Ona göre dünyanın hastalığının iki nedeni vardır: Birisi zorba hükümdarlık (tiranlık), diğeri kaotik deneyimlerdir. Zorbalık hükümdarlığa benzese de, gerçekte onun zıddıdır. Devletin ayakta durması, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma ilkesine dayanır: “Devletlerin ilkelerinin birlik (ittifak) olmasının sebebi şudur ki, insan bireylerinden her bir bireyin sınırlı bir gücü vardır, fakat çok sayıda birey toplandıkları zaman, güçleri ister istemez her bir bireyin gücünün katı olur. Dolayısıyla, o bireyler biraradalık (teellüf) ve birleşim (ittihad) hususunda tek bir birey gibi oldukları zaman âlemde gücü onların gücünün toplamı gibi olan bir birey doğmuş olur.”[7]    

Padişah, tebaanın durumunu iyi bilmek, bütün dikkatini adalet kanunlarını uygulamaya vermek zorundadır. Çünkü ülkenin düzeni adalete bağlıdır. Adaletin şartları vardır:

Birincisi, halk sınıflarını eşit tutmaktır. Tıpkı dengeli mizaçların dört unsurun dengesiyle oluşması gibi, dengeli toplanmalar da dört sınıfın denkliğiyle oluşur:

1. Dört unsurdan suyu karşılayan ilim ve maarif erbabı, fakihler, kadılar, kâtipler, muhasebeciler, mühendisler, müneccimler, doktorlar ve şairler gibi “kalem ehli”. Din ve dünyanın düzeni bunların varlığındadır.

2. Ateş konumunda olan savaşçılar, mücahitler, gönüllüler, gaziler, sınır muhafızları, cesaret ve yiğitlik ehli, vatan koruyucuları ve devlet bekçileri gibi “kılıç ehli”. Alemin düzeni bunların eliyledir.

3. Hava konumunda olan, tüccar, sanat ve meslek erbabı, zanaatkârlar ve vergi toplayıcılar gibi “muamele ehli”. Türün geçimi bunların eliyledir.

4. Toprak konumunda olan, toplumun azıklarını düzenleyen rençberler, çiftçiler gibi “ziraat ehli”. Bireylerin kalıcılığı bunların eliyledir.[8]

Bu sınıflardan birinin diğerine baskınlığı, dengeyi bozar ve türün bozulmasına neden olur. Hepsine eşit davranılmalı, bu dört grup da kendi aralarında, her biri kendi işine bakmalıdır.

Adaletin ikinci şartı, devlet başkanının halkın durum ve davranışına bakarak her birinin mertebesini belirlemesidir. Buna göre beş sınıf insan vardır:

Birincisi: Doğal olarak iyiliksever olan ve iyilikleri başkasına dokunanlar. Yöneticiye en yakın olanlar bunlar olmalıdır.

İkincisi: Doğal olarak iyiliksever olan, fakat iyilikleri başkasına dokunmayanlar. Bu topluluğu değerli tutmak ve ihtiyaçlarını karşılamak gerekir.

Üçüncüsü: Doğal olarak ne iyiliksever, ne de kötülük sahibi olanlar. Bunları yetkinliğe ulaştırmak için güvende tutmalı ve iyiliğe teşvik etmelidir.

Dördüncüsü: Kötülüksever (şerir) olan, fakat kötülükleri başkasına dokunmayanlar. Bunlara fazla yüz vermemek, öğüt, yasaklama ve isteklendirme, korkutma yoluyla uyarmak gerekir.

Beşincisi: Kötülüksever olan ve kötülükleri başkasına dokunanlar. Bunlar birinci grubun tam tersidir. Islahı mümkün olanları ıslaha çalışmak, olmazsa kötülükten alıkoymak gerek.[9] 

Adaletin üçüncü şartı, halk sınıfları arasında eşitlik ve denkleştirmeyi sağladıktan sonra, ortak yararları taksim konusunda eşitliği gözetmek, hak etme ve yeteneği de göz önünde bulundurmaktır. Bu yararlar bölüştürüldükten sonra da, bunların korunması sağlanmalıdır.

Hükümdar, adalet kanunlarını yerine getirdikten sonra halka ihsanda bulunmalıdır. İhsanın heybetle birlikte olması gerekir. Hükümdarın görkem ve azameti heybettendir. İnsanların gönüllerini alma da heybetten sonra yapılan bir ihsanla sağlanır. Heybetsiz ihsan, el altında bulunanların kibirlenmelerine neden olur.

Aynı zamanda hükümdarın halkı “adalet ve erdem yasaları”na bağlılıkla yükümlü tutması gerekir. “Çünkü bedenin ayakta duruşu doğa, doğanın ayakta duruşu nefis, nefsin ayakta duruşu da akıl ile olduğu gibi, devletlerin ayakta duruşu hükümdar, hükümdarın ayakta duruşu yönetim (siyaset), yönetimin ayakta duruşu da hikmet ile olur. Hikmet, devlette bilinegelir ve ‘gerçek kanun’ da takip edilir olduğu zaman nizam (düzen) meydana gelir ve yetkinliğe doğru yönelme görülür.”[10]

Tûsî, Ahlâk-ı Nâsırî’nin bir faslını adalete ayırmıştır. Burada adaletin en üstün ahlâki erdem olduğu belirtilir. Çünkü o gerçek ortadır ve onun dışındaki her şey, ona oranla uçtadır ve hepsinin kaynağı odur.[11] Tûsî, adaletin nefsani bir yapı olduğunu ve İlâhi Kanuna tutunmanın ondan meydana çıktığını söyler. “Çünkü ölçüleri takdir eden, durumların ve ortaların belirleyicisi İlâhî Kanundur. Böylece doğa itibariyle adalet, hiçbir türde doğru kanun sahibine zıt ve muhalif olamaz. Aksine tüm gayesini, ona uygunluğa, yardıma ve tabi olmaya hasreder. Çünkü eşitlik ondan çıkar ve onun tabiatı eşitliği ister.”[12]

İnsanların işbirliği yapmasının zorunda olduğunu belirten Tûsî, bunun için toplanmanın şart olduğunu söyler. “O halde insan türü doğası itibariyle toplanmaya muhtaçtır. (…) Toplanmanın bu türüne toplumsallaşma (temeddün) denilir. ‘Temeddün’, medine sözünden türemiştir. Şehir, çeşitli meslek ve sanatlarla geçinmenin sanatı olan yardımlaşmayı sürdüren bireylerin bir araya gelme yeridir.”[13] Adalete ayrılan Birinci Makale’nin yedinci faslında, bir araya gelen insanlar arasında adaletin üç sacayağının bulunduğu üzerinde durulur. Bunlardan birincisi İlâhi Kanun’dur. Çünkü birliğin en büyük kaynağı Allahü Teâlâ’dır.[14] Arkasından insani hâkim ve para gelir.[15] Aristoteles’in parayı adil kanun olarak kabul ettiğini belirten Tûsî “nâmus”un onun dilinde idare etme (tedbir) ve yönetme (siyaset) ve bunun gibi anlamlara geldiğini söyler: “Bu yüzden şeriate İlâhî Kanun (Nâmûs-u İlâhî) derler. Nikomahiya (Nikomakhos’a Etik) kitabında Aristoteles der ki: En büyük kanun (nâmûs-u ekber) Allah katındadır; ikinci kanun en büyük kanun katındandır; üçüncü kanun ise paradır. O zaman, Hüdâ’nın kanunu, kanunların rehberidir; ikinci kanun hâkim olup İlâhî Kanunu rehber edinir; üçüncü kanun ise ikinci kanunu esas alır. Bu anlam Kur’an’da da aynen geçmektedir ve şöyle buyurulmaktadır: ‘Onlarla insanların adaleti yerine getirmeleri için Kitab’ı ve nizamı indirdik ve yine kendinde büyük bir kuvvet ve insanlar için fayda olan demiri indirdik’ (Hadid: 25).”[16] 

Tûsî, paranın adaleti sağlayan amaç olma nedenini şöyle anlatır: “Farklı şeyleri eşit kılan paraya şu sebeple ihtiyaç vardır: Eğer farklı şeyler farklı bedelle değerlendirilmiş olmasaydı, alma ve verme tarzında olan ortaklık ve insan ilişkileri takdir edilip düzenlenmiş olmazdı. Nitekim paranın bazısını azaltıp bazısını fazlalaştırmakla denge meydana gelir. Böylece çiftçi ile marangozun karşılıklı ilişkileri eşit olur ve bu sosyal (medeni) olan adalettir. Nitekim dünyanın imar edilmesinin sosyal adaletle, harap edilmesinin ise sosyal zulümle olacağı söylenmektedir.”[17]

Bu şartlar üçüncü bölümde yeniden ele alınır. Antony Black de böyle bir ilişkide bir siyasa (yönetim/hükümet) gerekeceğine dikkat çekerek şunlar yazıyor: “Bu yüzden Tusi’nin siyasal toplumu açıklarken ele aldığı (yönetimden sonra) ikinci faktör adalettir. Platon gibi o da adaleti ‘bütün erdemlerin toplamı’, farklılıklar arasında uyum olarak nitelemiştir. Dostluk, akrabaya önem vermek ve insanlar arası yoldaşlık adaletin türleridir. Ve ‘insanlar arasında adaleti sağlamak üç şey olmadan mümkün değildir: Tanrısal emir [ilâhi yasa], bir insanın hakemliği ve para’.”[18]

Adaletin sağlayıcısı olarak paranın da bir şart olarak ileri sürülmesi, aynı zamanda Devvanî (1427-1501) tarafından da kabul edilir:

“Tûsî ve Devvânî bunu üçüncü bölümün başında tekrar kullanır. Görünen odur ki, Felâsife içerisinde başka hiçbir kimse siyasî topluluğu, hakkaniyetin sağlanması için bir değişim aracı olarak paranın ortaya çıkışının sebebi olarak görmedi. Devvânî’ye göre adalet üç şeyle korunur: İlâhî Şeriat, adil yönetici ve para. Tûsî’de ise bunlar ilahî kanun, beşeri yönetici ve paradır. ‘Felsefeciler ortaya koymuştur ki, en büyük nâmûs Şeriat’tır; ikincisi Şeriata uyan sultandır –çünkü din ve mülk ikiz kardeştirler– ve üçüncü nâmûs ise paradır.’ Devvânî’ninkiyle karşılaştırılırlarsa Tûsî’nin metninin ilginç ve önemli değişiklikler taşıdığı görülür. İlk olarak, Devvânî’nin ‘felsefecilerden bahsettiği yerde, Tûsî şu sözlerle Aristo’ya atıfta bulunur: ‘Kitab-ı Nikomaçiya’ya göre en büyük nâmûs Allah’ın huzurundandır’. Tabii ki Devvânî bunu “şeriat”a çevirir ve böylece tümüyle İslâm’a uyarlar. Aynı şeyi “ikinci nâmûs” için de yapar. Burada şunu der: “İkinci nâmûs, en büyük olanıyla aynı türdendir. Tûsî ne sultana, ne Şeriat’a değinir. Fakat üçüncü bölümde ikinci nâmûsu “yönetici” (hâkim) diye adlandırır.[19]

Padişah, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını karşılamaktan geri durmamalı, dedikoducuları dinlememeli ve delilsiz olarak onlara inanmamalı, insanlara umut ve korku kapılarını açık tutmalıdır. Saldırganların savulması, yolların güvenliği, sınırların korunması, cesur ve yiğit kimselere saygı gösterilmesi konusunda kusurlu davranmamalıdır. Akıllı, bilgili, görüş sahibi ve erdemli kişilerle oturup kalkmalı, “kadınlar ve çocuklar gibi zayıf akıllılarla kesinlikle” konuşmamalıdır. Nefsine özgü lezzetlere iltifat etmemeli, insanlara asalet veya zorbalığa göre değil liyakate göre iş vermelidir. Eğer padişah nefsi arzuları doğrultusunda yürür, işlerini ihmal ederse, konulmuş kanunlar değişir, insanlar başıboş kalır, sonunda mutluluk mutsuzluğa; dostluk düşmanlığa ve düzen kargaşaya dönüşerek “konulmuş ilâhi kanunlar” bozulur. “Böyle bir zamanda idareye yeniden başlamaya ve gerçek imam ve adil hükümdar aramaya ihtiyaç duyulur.”[20]

Tûsî istihbarat üzerinde özellikle durur. “Habercilerin ve casusların, daima gizli işleri ve özellikle düşmanların hallerini araştırmakla meşgul olması, hükümdarın ise düşmanların ve hasımların fiillerinden onların görüşlerini belirlemesi gerekir. Çünkü rakiplere karşı koymadaki en büyük silah, onların planına vakıf olmaktır.”[21]

Savaş, başvurulacak en son yoldur. “Bütün tedbirlerin sonuncusu savaş olmalıdır.”[22] Savaşa karar vermeden önce bütün deliller bir araya toplanmalıdır. Mümkün olduğunca anlaşma ve barış yolu tutulmalı, savaşa gerek kalmayacak şekilde davranılmalıdır. Eğer savaşmaktan başka çare kalmazsa, ya savaşı başlatan veya savunan olunur. Eğer başlatan olunursa, öncelikle amaç iyilik ve din talebinden başka bir şey olmamalı, üstünlük ve zorbalık isteğinden kaçınmalıdır. Ayrıca zaferden emin olmadıkça savaşa girişilmemeli, söz birliği etmeyen yandaşlarla savaşa gitmemelidir.[23]

Ordunun idaresi için şu üç sıfata sahip birisi seçilmelidir:[24]

1. Yiğit ve yürekli.

2. Görüşünde isabetli ve idare konusunda tam yetenekli.

3. Daha önce savaşlara katılmış, deneyim sahibi.

Diplomasi yoluyla ve birtakım taktiklerle düşmanı durdurmak mümkünken, savaş yoluna gitmek yanlış olur.  Savaşa, bütün önlemlerden sonra başvurulmalıdır. Düşmanlar arasında anlaşmazlık yaratmak için her çareye başvurulabilir; bunun tek istisnası ihanettir. Savaşta tüccarlara dikkat etmek gerekir. Mümkün olduğunca onlara engel olmamak ve zarar etmelerine neden olmayacak şekilde savaşın dışında tutmak gerekir. Zafer kazanılınca tedbir elden bırakılmamalı, ihtiyat ve sağduyudan sapılmamalıdır. Kesinlikle katil yapılmamalıdır. Canlı olarak esir alınabilecekken, kimse öldürülmemelidir.[25]

Halkın, hükümdar ve başkanlarla ilişkilerinde de dikkat edeecekleri hususlar vardır. Kalple ve dille onlara dua etmeli ve nasihatte bulunmalı, güzel ve övgüye değer özelliklerini yayma ve kusurlarını örtme konusunda gayret göstermeliler. Vergi ve benzeri konularda gerekli görevlerini yapmalı, kesinlikle isteksizliğe kapılmamalı. Emir ve isteklere uymalı, sıkıntı zamanlarında din, aile, çocuk ve devletin korunması için can ve mallarını vermekten sakınmamalı.[26]

Sultanla yakınlık, ateşe girmeye ve yırtıcı hayvanlarla bir arada bulunmaya benzer. Onlarla yakınlık kuranların yaşam lezzetleri kalmaz ve hayatları zehir olur. Sultana hizmet etmekle görevli olanlar, üstlendikleri sorumluluğu düzenli şekilde yerine getirmeli, her istendiğinde huzurda bulunmalı, ancak bıkkınlık yaratacak kadar göz önünde olmaktan da sakınmalıdır.[27]   

Tûsî, sultanın danışmanı, bakanı veya hocası konumundaki kişinin, yapılması gereken bir işe sultanı yavaş yavaş hazırlaması gerektiğini belirterek, ona bir şeyi aniden söylemenin tehlikesini anlatır: “Hükümdar ve başkanlar, dağın tepesinden boşanan bir sel gibidirler. Bir defada onu bir yönden diğer bir yöne çevirmek isteyen bir kimse helâk olur. Ama eğer önce uğraşır, iyi ve ince davranmakla onun bir tarafını toprak ve çerçöple yükseltirse, istediği diğer bir tarafa götürebilir.”[28]

Hizmet eden kimseler, efendisinin sırlarını saklamakta dikkatli davranmalıdır. Efendisiyle çok samimi olsa bile, ona hiçbir konuda suç yüklememeli, onda gördüğü çirkin bir şeyi başkalarına anlatmamalı; anlattığında ise, anlattığı şey efendinin kulağına ulaştığında, bunu asla itiraf etmemelidir. “Çünkü ikrar ile ihbar arasında çok fark vardır.”[29]   

Başkanlardan bir istekte bulunan kimse asla ısrarcı olmamalı, açgözlü ve tamahkâr davranmamalıdır. “Çünkü dünyanın kendisi, ondan yüz çeviren kişiye yönelir, ona hırslı olan kimseden ise kaçınır.”[30] Hizmet eden kimse, kazandığı makam ve maldan kendi görkemini değil, efendisinin süs ve güzelliğini aramaya çalışmalıdır. Efendisinin öfke ve azarına maruz kalırsa, bundan şikâyet etmemeli, kalbine kin ve düşmanlık tohumlarının girmesine fırsat vermemelidir.[31]

Sultana vezirlik yapmak, bütün işlerin en zorudur. “Çünkü onun için çok rekabet ederler. (…) onun makamına tamah edenler sürekli fırsat kollar, tuzak kurar ve pusuda beklerler. İster gizlide ister açıkta, hiçbir silah onun için doğruluk ve dürüstlük gibi olamaz. Eğer bir hasetçinin hilesinin veya (karşı çıkan) bir inatçının iftirasından haberdar olursa, görünüşte kendisini ona hiç dikkat etmemiş gibi göstermesi gerekir; efendisinin huzurunda onlar hakkında öfke ve kin izhar etmemelidir; çünkü (bu yalnızca) onların sözünü tekit eder.”[32]  

Black, Tûsî’nin siyasi felsefesinin Aristotelesçi ve Farsi fikirlerin bir sentezi olduğu görüşünü belirtir: “Felsefe ile Nasihat türünü birleştiriyor ve böylelikle Şiilik ile felsefe arasındaki bağı koruyordu. Ahlâk-ı Nasırî bir pratik felsefe kitabı olarak sunulmaktadır.”[33]

 


[1] Agil Şirinov, “Tûsî, Nasîrüddin”, TDVİA, c. 41, s. 437 vd.

[2] Nasıruddin Tûsî, Ahlâk-ı Nâsırî, s. 242.

[3] Age., s. 242.

[4] Bkz.  age., s. 244.

[5] Age., s. 244.

[6] Age., s. 290-291.

[7] Age., s. 293.

[8] Age., s. 295.

[9] Bkz. age., s. 296-297.

[10] Age., s. 299-300.

[11] Bkz. age., s. 112.

[12] Age., s. 124.

[13] Age., s. 239.

[14] Bkz. age., s. 114.

[15] Bkz. age., s. 115.

[16] Age., s. 115.

[17] Age., s. 116.

[18] Antony Black, Siyasal İslam Düşüncesi Tarihi, s. 221.

[19] Ervin I. J.Rosenthal, Ortaçağ’da İslâm Siyasal Düşüncesi, s. 307.

[20] Nasirüddin Tûsi, age., s. 300.

[21] Age., s. 301.

[22] Age., s. 303.

[23] Bkz. age., s. 302.

[24] Bkz. age., s. 302-303.

[25] Bkz. age., s. 303.

[26] Bkz. age., s. 306.

[27] Bkz. age., s. 306.

[28] Age., s. 307.

[29] Age., s. 308.

[30] Age., s. 309.

[31] Bkz. age., s. 310.

[32] Age., s. 311.

[33] Antony Black, age., s. 218.



Bu yazı 6790 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
Henüz anket oluşturulmamış.
YUKARI