.
Tahrîrü’l-ahkâm fî tedbiri ehli’l-İslâm
Bedreddin İbn Cemâa
Bedreddin İbn Cemâa, Adl’e Boyun Eğmek –Ehl-i İslâm’ın Yönetimi İçin Hükümler-, tercüme ve inceleme: Özgür Kavak, Klasik Yayınları, İstanbul 2010
Bedreddin İbn Cemâa, H. 639/M. 1241 yılında Hama’da doğdu. Beyâniye tarikatının şeyhi olan babası, aynı zamanda muhaddis ve fakihti. İlk bilgileri babasından ve onun çevresinde bulunan âlimlerden alan İbn Cemâa’nın üstün zekâsı henüz yedi yaşındayken fark edildi ve hocaları ona Buharî’nin el-edebü’l-Müfred’ini rivayet etmesi için icazet verdiler. Bundan başka Dımaşklı birçok muhaddisten icazet alan İbn Cemâa, düzenli öğrenimine Hama’da, babasının müderris olduğu medresede başladı. Burada hadis ve dini ilimler okudu. Hatîbiye Medresesi’nde şer’i ilimler tahsil etti. Daha sonra da Dımaşk’ta hadis öğrenimini sürdürdü.[1]
H. 661/M. 1263’te Mısır’a giderek öğrenimine devam etti. Hayatı boyunca tarikat erbabı ile ilişkilerini devam ettirdi ve zahitçe bir yaşam sürdü. Mısır’da dokuz yıla yakın kaldı ve 669/1271’de Dımaşk yöresine hareket eden el-Melikü’z-Zahir I. Baybars’ın ordusunda Hısnülekrad Savaşı’na katıldı. Buradan Hama’ya ve sonra Dımaşk’a gitti. Burada müderris olarak görev yaptı. Bir taraftan da, dönemin ünlü bilginlerinden fıkıh ve hadis dersleri almaya devam etti. 687/1288’de Kudüs kadılığına atandı. Üç yıl sonra Vezir Şemseddin İbnü’s-Sel’ûs tarafından Mısır kadılkudatlığına getirildi ve Kahire’ye gitti. Halkın büyük sevgisine mazhar olarak “Şeyhü’ş-şüyûh” unvanı verildi. Görevine ek olarak Ezher Camii hatipliği ve Salihiye Medresesi müderrisliğini de üstlendi. 693/1293 başında el-Melikü’l-Eşref Halil b. Kalavun’un öldürülmesinden sonra kadılkudatlık ve hatiplik görevinden alındı. 1294’te Dımaşk kadılkudatlığına getirildi. Aynı zamanda Emeviyye Camiinde hatiplik, Berûniye, Nâsıriye ve Büyük Adiliye medreselerinde müderrislik yaptı. Bu görevleri yanında 701/1301 yılında Dımaşk’taki Sümeysâtiye Hankahı sufilerinin isteği üzerine buraya Şeyhü’ş-şüyûh atandı. Hayatının sonuna kadar da bu tür görevlerde bulundu. 733/1333 yılında vefat etti ve Karafe mezarlığında İmam Şafii’nin kabri yakınına defnedildi.[2]
İbn Cemâa, İslâm dünyasının çeşitli baskı ve karışıklıklar içinde olduğu bir dönemde yaşadı ve eserini bu şartlar altında yazdı. “Moğol ve Haçlı saldırılarının, ayrıca küçük devletçiklerin birbirine olan düşmanlıklarının sürüp gittiği bir dönemde Mısır Memlükler Devleti’nin dokuz hükümdarının idaresini yakından gördü. Kabilesinin geniş nüfuzundan aldığı destekle dinî, fikrî ve toplumsal hareketlere yön veren şahsiyetlerden biri oldu. 707’de (1307) Hanbelî fakihi Takıyyüddin İbn Teymiyye’nin, 708’de (1308) sır kâtibi Alâeddin İbnü’l-Esir el-Halebî’nin yargılanması da onun hizmet süresine rastlamaktadır. İbn Cemâa’nın bu yargılamadaki tarafsızlığı ve hakkın korunması hususundaki ciddi tutumu İbn Teymiye tarafından takdirle anılmıştır.”[3]
Adle Boyun Eğmek (Ehl-i İslâm’ın Yönetimi İçin Hükümler)
Gazzalî’nin daha önce dile getirdiği görüşleri ele alan ve bunları anayasal teori ve idari hukuka hasredilen kitabında geliştiren İbn Cemâa’nın dayanağı Kur’an, Sünnet, sahabe örnekleri ve İslâm bilginlerinin sözleridir.[4] Kitabın girişinde, nasihat edilmeye en lâyık olan kimsenin, Allah’ın İslâm’ın işlerini uhdesine bıraktığı kimse olduğu belirtildikten sonra, bu kitabın el-ahkâmu’s-sultaniye kitaplarının bir halkasını, bir İslâmî kaideler bütününü teşkil ettiği ifade ediliyor.
Tür olarak “Ahkâmu’s-Sultaniye” adıyla bilinen eserler arasında önemli bir yeri olan Tahrîrü’l-ahkâm fî tedbiri ehli’l-İslâm’ın toplam onyedi bölümünden ilk beşinde İbn Camâa, “imameti, imamın nitelik ve görevlerini, imamın ve önde gelen yardımcılarının makamlarını düzenleyen kuralları inceler. Dönemin hayat mekanizmasını iyi kavrayışından başka, kadı olarak kişisel tecrübesi ve incelemesinde etkili olan önemli bir kaynak olarak göze çarpar.”[5]
Birinci bölümde İmamet konusu ele alınır. Ayetlerden yola çıkarak imametin gerekliliği üzerinde durur. “Dini koruyacak, Müslümanların işlerini idare edecek, aşırı gidenlere engel olacak, mazlumları zalimin elinden kurtaracak, hakları yerli yerince kullanacak bir imamın tayin edilmesi vaciptir. İmamın tayini sayesinde memleketlerin salâhı ve kulların emniyeti gerçekleşir; fesadın kökü kurutulur.” Bazı hakîmler şöyle demişlerdir: “Sultanın kırk yıllık zulmü, raiyyenin bir anlık sultansız kalmasına yeğdir.”[6]
Bu ifade ile, daha önce Gazzalî’nin İhya’da ve sonra da İbn Teymiye’nin Siyasetü’ş-Şer’iyye’de az bir değişiklikle bir hadis olarak aktardıkları “Zalim bir imamla geçen altmış yıl, sultansız geçen bir geceden daha iyidir” görüşü, bazı yazarlarca “kötü yönetime rıza” ilkesini yerleştirdiği şeklinde değerlendirilmiştir ki, bu isabetsiz bir iddiadır.[7] En fazla belki otoritenin anarşiye tercih edilmesini akla getiren bu söz, asıl olarak, devlet başkanı olmadan bir ülkenin asla ayakta duramayacağı ve en kötü yönetimin bile sultansızlıktan daha iyi olduğunu gösteren bir kinayedir. Dolayısıyla Müslümanlar, böyle bir yönetim boşluğuna düşmekten sakındırılıyorlar.
İbn Cemaa, imameti, ihtiyari ve cebri olarak ikiye ayırıyor. İhtiyari imametin on şartı vardır. Bunlar: Erkeklik, hürlük, baliğ, akıllı, Müslüman, âdil, cesur, Kureyş soyundan, âlim ve ümmeti yönetebilecek ve maslahatlarının gereğini yapacak yeterlilikte olmaktır.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resule ve sizden olan ulü’l-emre de itaat edin” (Nisa: 59) buyuran Allah, “ulü’l-emre itaat etmeyi kendisine ve Resûlüne itaatle birlikte zikretmiştir. Ayrıca onlara itaat etme işini herhangi bir kayda bağlamaksızın ifade buyurmuş, bundan da sadece masiyet işlemeyi istisna etmiştir.”[8]
İhtiyarî imamet iki yolla gerçekleşir: 1- Ehl-i hal ve’l-akdin bey’atı. Ehl-i hal ve’l-akd, bey’at için imamın bulunduğu beldeye gelmelerinde zorluk bulunmayan emirler, âlimler, liderler ve diğer önde gelenlerdir. Sakife gününde Hz. Ebubekir’e yapılan bey’at böyledir. Bey’atin yapıldığı sırada orada bulunanlar yeterlidir. 2- Halifenin kendi yerine birini bırakmasıdır. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer’i kendi yerine halife bırakmış ve ashab da bunu tasviple icma etmişlerdir.
İmamın kendisinden sonra halife tayinini bir şûra heyetine bırakması da geçerlidir. Bu durumda şûra üyeleri aralarından biri üzerinde ittifak ederler. Nitekim Hz. Ömer, Osman b. Affan, Ali b. Ebu Talib, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam, Sa’d b. Ebu Vakkas ve Abdurrahman b. el-Avvam’dan oluşan altı kişilik bir şûra heyeti oluşturmuş, onlar da Hz. Osman üzerinde ittifak etmişlerdir.
Cebrî imamet, yani zorla iktidar olmak ise, güç sahibi olan birine cebren bey’at etmektir. “(Meşru yolla başa gelmiş) bir imamın bulunmadığı bir vakitte gerekli özellikleri taşıyan bir kişi imameti ele geçirir ve insanlardan bey’at almadan veya istihlaf yoluyla tayin edilmeden gücü ve askerleriyle raiyye üzerinde hakimiyet kurarsa bey’at gerçekleşmiş sayılır.”[9]
Diğer ahkâmu’s-sultaniye yazarları gibi İbn Cemâa da, İslâm birliğinin önemli bir özelliği olarak, aynı zamanda iki imamın bulunmasını doğru görmez. “İster bir beldede olsun, ister iki beldede, ister bir iklimde olsun, ister iki iklimde, imâmet akdinin iki kimseye birden yapılması câiz olmaz. İki kişiye aynı anda bey’at yapılması durumunda bey’at geçersiz olur.”[10]
İbn Cemaa’ya göre bey’at edilen kimsenin “halife” olarak adlandırılması ve ona “Resûlullah’ın halifesi” denmesi caizdir. Ancak “Halifetullah” (Allah’ın halifesi) denmemesi gerekir.
İkinci bölüm “Halife ve Sultan” [11] başlığını taşıyor. İmamın, özellikle merkezden uzak yerlerde, yeterli niteliklere sahip kimselere sorumluluk verme hakkı vardır. Nitekim Resulullah (sav) ve Hulefai Raşidinin bu konudaki uygulamaları bilinmektedir. Halife bir kişiye bir belde veya bölgenin velâyetini tevdi ettiğinde, eğer bu görevlendirme özel (tefvîz hâs) ise, o kişinin kendisinden başkasına velayeti devretme hakkı yoktur. Eğer genel görevlendirme (tefviz âmm) ise, görevlendirilen kimsenin kadı ve vali ataması, orduyu yönetmesi, malları alınacak yerlerden alarak gereken yerlere sarfetmesi vs. gibi şeyleri yapması caizdir. Sadece bir şart vardır: Velayeti tayin edildiği yerle sınırlı olduğu için, kendisine tevdi edilen bölgenin dışına bakamaz.[12]
İbn Cemâa kendisini, zamanının bir problemi olarak bir melik tarafından güç ve zor kullanarak bazı beldelerin ele geçirilmesi konusunda da görüş bildirmek zorunda görüyordu. Bu durumda halife, bu şahsı kendisine itaate davet etmeli ve ele geçirdiği beldelerin işlerini ona bırakmalıdır. “Bunu ondan gelecek sıkıntıyı defetmek amacıyla ve [Müslümanların] birliğinin dağılması ve ümmetin dayanağının ortadan kalkması korkusuyla yapar. Mezkûr melik, halifenin bu tevdii sayesinde, yaptığı atamalar sahih ve verdiği hükümler geçerli olan biri haline gelir.”[13] Hatta bu kişinin, görevlendirme için gerekli şartları taşımaması halinde bile atamayı caiz görür. Bu durumda halifenin yapacağı şey, toprakları zorla ele geçiren kişiye, işleri yürütecek bir naip tayin etmektir. Böylece naibin sahip olduğu sıfatlar, idareyi zorla ele geçiren kişide olmayan sıfatların açığını kapatacak, dini ve dünyevi maslahatları düzene sokacaktır.
Antony Black, İbn Cemâa’nın bu görüşünü, onun atama yoluyla vezirlik biçimiyle birlikte en çarpıcı iki tezinden biri olarak gösterir. Mâverdî bu terminolojiyi, bölgesel hükümdarların fiili gücü için kullanırken, İbn Cemâa imametin zor kullanarak ele geçirilmesini savunmak için kullanmıştır. “Tabii ki, İbn Cemâa bunu mevcut Memlûk Sultanlığının bir tarifi olarak yazmamıştı. Ancak, onun bu görüşü herhangi bir hükümdarın halifelik/imamlık makamını üstlenmesini savunmakta kullanılabilirdi. Bu görüş sultanların halifelik yetkilerini üstlenmelerini destekliyordu ve Ortodoks ulemanın sultanları halife olarak kabul etmelerini sağlamaya yardımcı olabilirdi. Bu görüş karşı koymama öğretisi ile Hobbesvari bir görüş olan dinin siyasi otorite görüşünü güçlü bir biçimde destekliyordu. Modern İslam düşünürleri İbn Cemâa’nın görüşünü olumsuz tarihi koşullar altında İslami düşüncenin bozulmasına bir örnek olarak kabul etmektedirler.”[14]
Sultan ve halifenin ümmet, ümmetin de onun üzerinde on hakkı vardır. Sultanın hakları şunlar:
1. Allah’ın emirlerine aykırı olmadığı sürece emrettiği ve yasakladığı şeylere uymak. Allahü Tealâ şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resule ve sizden olan ulü’l-emre de itaat edin” (Nisa: 59). İbn Cemâa’ya göre, buradaki ulü’l-emr’le imam ve naipler amaçlandığı gibi, âlimler de amaçlanmış olabilir.
2- Gizlide ve açıkta kendisine nasihat etmek ve samimi davranmak.
3- Dinin dokunulmazlarının korunması ve aşırı gidenlerin engellenmesi konularında elden geldiğince ona yardım etmek.
4- İmamın toplum nezdindeki mertebesini tanımak, bu konuda gereken tazimi göstermek.
5- Gaflete düştüğünde uyarmak.
6- Gelecek bütün kötülüklere karşı halifeyi uyarmak.
7- Görevlilerin durumu hakkında halifeyi bilgilendirmek. Çünkü halife, görevlendirdiği kişilerden sorumludur.
8- Üzerine yüklendiği ümmetin işlerinde ona yardımcı olmak.
9- Nefretleri ondan uzaklaştırmak ve muhabbetleri ona yöneltmek.
10- Halifeyi söz ve fiille, mal, can ve aile ile açıkta ve gizlide korumak.
Riyyenin sultan üzerindeki hakları:
1- İslâm’ın sancağını korumak.
2- Dini aslıyla ve kurallarıyla korumak.
3- İslâm şiarlarını ikame etmek. Bu şiarlardan olan namaz, oruç, cemaat, ezan, hutbe, imamlık vs. gibi hususlarla ilgilenmek.
4- Yargı ve idare işlerini yürürlüğe koymak.
5- Cihad farzını bizzat kendisinin ordunun başında veya gönderdiği askeri kuvvetler yoluyla yerine getirmek.
6- Şer’i hadleri şartlarına uygun bir şekilde uygulamak.
7- Zekât ve cizyeleri, bunları vermesi gereken kimselerden, fey ve haraç mallarını da mahallinden almak ve bunları belirlenen yerlere harcamak.
8- Hayır ve Allah’a yaklaşmak için yapılan vakıflara nezaret etmek ve bunları vakfiyede belirlenen yerlere harcamak, köprüleri imar etmek, bayındırlığı sağlamak.
9- Ganimetleri hisselerine ayırmak ve dağıtılmasını sağlamak.
10- Sultanlıkta ve diğer bütün işlerinde adaletli olmak.
Adalet üzerinde özel olarak duran İbn Cemâa, söze şu ayetlerle başlıyor: “Allah, adaleti ve ihsanı emrediyor” (Nahl: 90). “Söz söylediğinizde adaletli olun” (En’am: 152). Hikmetli bir sözde “Melikin adaleti, raiyyenin hayatı ve memleketin ruhudur. Ruhsuz bir bedenin bekası yoktur. Allah’ın kulları üzerinde yönetici kıldığı, kendisine beldelerinin bir kısmında meliklik verdiği kişi, adaleti en asli dayanak, temel bir kural edinmelidir. Zira kulların maslahatları ve beldelerin mamur olması adalete bağlıdır. Allah’ın nimetlerine şükretmek gerekir; şükür ise nimet oranında olmalıdır. Allah’ın sultan üzerindeki nimeti bütün nimetlerin üstündedir, dolayısıyla bu nimetlerin şükrü de bütün şükürlerden daha büyük olmalıdır” denildiğini aktaran İbn Cemâa’ya göre, sultanın Allah’a şükrünün en faziletlisi, hükmünde adaleti yerine getirmesidir. Kisra ve diğer bazı kâfir melikler, ahiretteki sevap ve cezaya inanmamalarına rağmen, son derece adil olmuşlardır. Çünkü onlar mülklerinin düzenini, devletlerinin varlığını devam ettirmenin adalete bağlı olduğunu biliyorlardı.
İbn Cemâa da, iktidarı ayakta tutan “adalet çemberi”ne işaret etmeden geçmez:
“Hakîmler şöyle demiştir: Mülk, temelini askerin oluşturduğu bir binadır; asker ise paranın (mal) bir araya getirdiği ordudan ibarettir. Para ise mamurluğun ortaya çıkarttığı bir rızıktır. Mamurluk ise adalete bağlı olarak gelişen bir husustur.”
“Yine bazı hakîmler şöyle demiştir: Âlem, çitini devletin oluşturduğu bir bahçedir. Devlet, ordunun kendisini desteklediği bir sultandır. Ordu ise paranın bir araya getirdiği askerdir. Para ise raiyyenin toplayıp biriktirdiği rızıktır. Raiyye ise adaletin inşa ettiği kullardan oluşur.”[15]
Zulüm ve haksızlık ise, memleketlerin harap ve yok olmasının sebebidir.
Sultanın, ilmiyle amel eden, Müslümanlara nasihatlerde bulunan âlimlerle istişârede bulunması önemlidir. Her türlü hükmün icrasında onlara güvenmelidir. Yönetimini âlimlerin nasihati ve salihlerin duasına dayandıran bir melikin dayanağı sağlam, egemenlik süresi uzun olur.
“Sultan” kelimesinin mülk, güç ve kudret anlamına geldiğini belirten İbn Cemâa, ayrıca kelimenin “hüccet” (kesin delil) anlamında da kullanılabildiğini belirtmektedir. Sultan kelimesinin selît kelimesinden türediği de söylenmektedir. Çünkü sultan tıpkı kandildeki yağın (selît) etrafını aydınlattığı gibi, adaleti ve yönetimiyle raiyyesini pürnur eder.
Ağırlık anlamına gelen vizr kelimesinden türeyen vezirlikle imam ve sultan üzerindeki mülk ağırlığı ve yükleri alınır. Aynı zamanda vezaret kelimesinin sırt anlamına gelen ezr kelimesinden geldiği de ileri sürülmüştür çünkü melik işlerinin üstesinden, tıpkı bedenin sırttan destek alması gibi, vezirin desteğiyle gelir. İmam ya da sultan, milletin işlerini ve ümmetin çıkarlarını tek başına ve doğrudan yerine getiremedikleri için işleri çekip çevirme hususunda kendisine ortak olacak bir vezirin desteğine ihtiyaç duyar. Vezirin bazı özelliklere sahip olması şarttır. Çünkü o, saltanatın hüküm sürdüğü toprakların yükünü üstlenmektedir. Bu ağırlıkları taşıması, ülkeyi ıslah etmesi, bozuklukları gidermesi, gelirleri doğru şekilde kontrol etmesi gibi işler için kifayetli insanları seçme sorumluluğu vardır.
İki tür vezirlik vardır:
1- Tefvîz vezirliği: Bu tür vezirlik imam veya sultanın kendisiyle ilgili olan, kendi görüşüyle idare ettiği ve ictihadınca yürüttüğü bütün işleri vezire tevdi etmesidir. Vezir böylece, kadı, yönetici ve vali tayinlerinde, asker hazırlamak, devlet harcamaları, ordu göndermek dahil, sultanın yaptığı tüm işlerde tek başına hareket edebilir. İbn Cemâa için bu tür vezirlik tamamen sultanın vekilliği anlamına geldiğinden, Kureyş’e mensup olmak dışında imam veya sultanda bulunması gereken bütün şartları taşımalıdır.
2- Tenfiz vezirliği: Halife veya sultanın yapılmasını emrettiği şeyi yapan, verdiği hükmü uygulayan vezirdir. Tenfiz vezirinin doğru, güvenilir, dürüst, dindar, zeki ve namuslu, basiretli, hevasına uymaktan uzak, kindar olmayan kimselerden olması gerekir.
İki kısım emirlik vardır:
1- Genel emirlik: Halifenin emirü’l-mü’minin niteliğini taşıdığı idaredir. Halifeler arasında emirü’l-mü’minin sıfatı ilk kez hilafet görevini yüklendiğinde Ömer b. Hattab (r.a) için kullanılmıştır. Ardından bu lakabı kullanmak halifeler için adet haline gelmiştir.
2- Özel emirlik: Bu emirliğin de üç türü vardır:
a) Bazı bölge veya beldelerdeki genel işlerle genel anlamda ilgilenme hakkı olan kimselerdir. Bunlar, İbn Cemâa’nın yaşadığı devrin de âdeti olduğu üzere melik ve sultanlardır.
b) Sadece bir beldedeki belirli türdeki işlerle ilgilenebilen ve başka yerlerle ilgilenme hakkı olmayan kimseler.
c) Kendilerine belirli bir asker topluluğunun sorumluluğu yüklenen emirler başkalarının işlerine bakamaz, sorumlusu olduğu ordunun dışında kalanlara hükmedemezler. Bunun örneğini İbn Cemâa, “zamanımızın uygulanmasında görülen Mısır ve Şam beldelerindeki meşhur emirlerdir. Bunlar Allah yolunda cihad etmek için hazır bekleyen iktâ sahipleridir. Bunlardan her birinin, işleriyle ilgilendikleri, idare etme sorumluluğunu üstlendikleri orduları vardır” şeklinde vermektedir.
Emir, önderlik etmek için askerlerin en üstünü; en cesuru, en metini, en kararlısı, en ahlâklısı, en cömerdi, savaşı ve savaş yönetimini tuzak ve hilelerini en iyi bileni, cesaret ve onur sahibi, atılgan ve cüretli, tavizsiz, zorluklara boyun eğmez mizaçlı olması gerekir.
Sultan emire, onun şahsi durumuna, evine, ailesine, hizmetçilerine ve binek hayvanlarına yetecek miktarda maaş ve iktâ vermelidir.
Bir gruba emir olan kimse, emri altındakilerin durumunu, geçim şekillerini, çıkarlarını kontrol etmeli, onları cihada tam anlamıyla hazır olmaya, silah, at ve mühimmat sağlamaya teşvik etmeli, binicilik idmanı yaptırmalı, atlarla yarıştırmak suretiyle savaşa hazır tutmalıdır. Emirin sorumluluğu altında olanların da onun emirlerini yerine getirmesi, itaat etmesi, yönetim ve düşüncelerine başvurması gerekir. Bu, düşüncelerin bir noktada buluşması ve birliğin sağlanması için şarttır.[16]
Şeriatı, Resulullah’ın (sav) getirdiği ve tayin ettiği, insanların tâbi olarak korumalarını vacip kıldığı hedef olarak tanımlayan İbn Cemâa, dayanağının vahiy olması dolayısıyla onun Allah’a giden en doğru yol olduğunu söyler.
Şeriatın koruyucuları melikler ve emirlerdir. Şeriatı muhafaza edecekler ise âlim imamlardır. Melik ve emirlerin sahip olması gereken özellikler bellidir. Şeriatın taşıyıcılığını yapan, onun muhafaza ve nakliyle uğraşan âlimler ise şeriatın helal ve haramı ile hükümleri konusunda başvurulacak merci konumundadırlar. Âlimlerden bazısı yargı ve bu sorumluluğun beraberinde getirdiği yükümlülükleri üstlenebilecek vasıftadır. Diğer bazıları fetva verir, olaylara çözüm bulur. Bazıları hisbe ile, emri bil ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker ile uğraşır. Bazıları da bilgilendirme ve eğitim işleriyle ilgilenir, vakıfların ve yetim mallarının yönetim sorumluluğunu üstlenir. Bunların hepsinin sahip olması gereken şartlar, kesinlikle terk etmeyecekleri adalet ve onsuz yapamayacakları yeterliliktir.[17]
İbn Cemâa bundan sonra ordu istihdamı, fey ve haraç, sultanın ve emir ve askerlerin geçimleri, cihada hazırlık, divan, savaş, ganimet, ateşkes, Müslüman asilerle savaş, zimmet akdi gibi konuları ele alır.
[1] Bkz. Cemil Akpınar, “İbn Cemâa, Bedreddin”, TDVİA, c. 19, s. 388.
[2] Bkz. agm., s. 389.
[3] Agm., s. 389-390.
[4] Bkz. Erwin I. J. Rosenthal, Ortaçağ’da İslâm Siyaset Düşüncesi, s. 63.
[5] Age., s. 63-64.
[6] Bedreddin İbn Cemâa, Adle Boyun Eğmek, s. 33.
[7] Bkz. Rosenthal, age., s. 65.
[8] Bedreddin İbn Cemâa, age., s. 35.
[9] Age., s. 36.
[10] Bedreddin İbn Cemâa,s. 36.
[11] Rosenthal, İbn Cemâa’nın hakim otorite için kullandığı terimlerin “imam”, “sultan”, “halife” kelimeleri olduğunu, fakat “emirü’l-mü’minin” terimini kullanmadığını söyleyenlere karşı çıkar. “Her ne kadar bir unvan olarak kullanılmasa da “melik” kelimesi de birkaç defa geçer. Asıl ilginç olanı İbn Cemâa’nın sık sık, özellikle de ilk üç bölümde “ve” ya da “ev” ile bağlayarak iki terimi birlikte kullanmasıdır. Meselâ “imam ve sultan”, “halife ve sultan”, “sultan ve halife”. Cihad, haraç, fey ve zimmet gibi askeri ve mali meselelerin incelendiği yerlerde sadece bir terim, yan, “sultan” kullanılır ve buna çoğunlukla yöneticinin hak ve görevleri söz konusu olduğunda, yani “dinî”den ziyade “siyasî” diye adlandırabileceğimiz durumlarda rastlanır. “İmam” bazen tek başına, özellikle de mürted ve isyancılara karşı alınan tedbirler gibi saf dini görevler söz konusu olduğunda kullanılır. Bu görevler dini lidere ve “İmamın savunucusuna” aittir. “Mülûk ve selâtin” ifadesi “ke-urf … fî zamâninâ” nitelendirmesinden da anlaşılacağı gibi tabii ki fiilî iktidar sahiplerine karşılık gelir. Bana öyle geliyor ki, hilâfet ve imamet teorisini inceleyen ilk bölümlerdeki “imam ve sultan” ve “halife ve sultan” ikilileri kasten kullanılmıştır. Bu, devlette fiili iktidarı kim elinde bulundurursa bulundursun, dini-sosyal-siyasi açıdan bir olan İslâm ümmetinin birleştirici başı olarak hükümran kişinin üstün otoritesini desteklemek için gösterilen bir çaba olarak görülmelidir.” (Erwin I. J. Rosenthal, age., s. 63-64, dipnot: 55).
[12] Bkz. Bedreddin İbn Cemâa, age., s. 39.
[13] Age., s. 40.
[14] Antony Black, Siyasal İslam Düşüncesi Tarihi, s. 213.
[15] Age., s. 44.
[16] Bkz. age., s. 51.
[17] Bkz. age., s. 53.