Bugun...
İSLÂM SİYASET DÜŞÜNCESİ ÜZERİNE YAZILAR– 17. İbn Teymiyye


Yüksel Kanar
 
 

facebook-paylas
Tarih: 22-01-2018 21:40

Es-Siyasetü’ş-Şer’iyye

İbn Teymiyye

İbn Teymiyye, Siyaset, es-Siyasetü’ş-Şeriyye,

çev. Vecdi Akyüz, Dergah Yayınları, 1999.

 

Takiyyüddin İbn Teymiyye H. 661/M. 1263 yılında Harran’da doğdu. Bağlı olduğu ailenin bölgede Hanbeli mezhebinin gelişimine önemli katkıları olmuştur. Babası Abdülhalim, aile geleneğini Harran’da sürdüren bir Hanbeli âlimiydi. 656/1258 yılında Moğollar’ın Bağdat’ı istilaları ve akınlarının bölgeye kadar uzanması üzerine 1269’da Dımaşk’a göç etti. Sükkeriyye Darülhadisi’nde müderrislik yaptı. Bu dönemde Suriye ve Filistin, özellikle de Dımaşk, klasik gelişimini tamamlayıp olgunluk dönemine giren Hanbeli mezhebinin merkezi durumundaydı. İlk eğitimine babasının müderrislik yaptığı Sükkeriyye’de başlayan İbn Teymiyye, bu medresenin hocaları başta olmak üzere bölgenin önde gelen âlimlerinden ders aldı.

İbn Teymiyye, babasının vefatından bir yıl sonra 683/1284’te ondan boşalan Sükkeriyye Darülhadisi’nde hocalığa ve yine aynı yıl Emeviyye Camii’nde tefsir dersleri vermeye başladı. 691/1292’de hacca gitti. 693/1294’te Assaf en-Nasrani adlı bir hıristiyanın Hz. Peygamber’e küfretmesinin büyük tepki toplaması üzerine İbn Teymiyye ve Darülhadis hocası Zeynüddin el-Fariki, saltanat naibi Emir İzzeddin Aybeg’e giderek adı geçen hıristiyanın cezalandırılması gerektiğini söylediler. Ancak yargılama sürecinde bazı taşkınlıklar meydana gelince Emir İzzeddin her iki âlimi bundan sorumlu tutarak onlara sopa attırdı ve gözaltına alınmalarını emretti. Olaylar daha fazla büyümeden Assaf Müslüman oldu ve affedildi. Emir İzzeddin de iki alimi serbest bıraktı. Bu olaydan sonra İbn Teymiyye, Hz. Peygamber’e küfreden kişinin cezalandırılmasıyla ilgili olarak eş-Şarimü’l-meslûl ‘ala şatimi’r-Resûl adlı kitabını yazdı. 695/1296’da Dımaşk’taki Hanbeliyye Medresesi’nde ders vermeye başladı.

Geniş halk kitleleri ve yöneticiler yanında büyük bir nüfuza sahip olan İbn Teymiyye’nin VIII. (XIV.) yüzyılın başlarından itibaren çeşitli dini ve siyasi tartışmalar içine girdiği görülmektedir. El-Melikü’l-Mansur Laçin’in hakimiyeti döneminde (1297-1299), halkı Ermenistan Krallığı’na karşı cihada teşvik için görevlendirildi. 698/1299’da Hamalıların akaidle ilgili çeşitli sorularına cevap vermek için el-Akidetü’l-Hameviyye’yi yazdı ve başta Eş’arilik olmak üzere klasik kelâm mezheplerine ve kelâm anlayışına sert eleştirilerde bulunarak özellikle sıfatlar ve müteşâbihat hakkındaki Selef anlayışını savundu. Bu kitaptaki bazı görüşlerinden ve özellikle sıfatlar konusundaki yaklaşımından dolayı kendisini teşbihle suçlayan bir grup kelâmcı ve fıkıhçının, Hanefi kadısı Celaleddin Ahmed er-Razi’nin huzurunda yapılacak bir toplantıya davet edildiği halde katılmaması üzerine kitap aleyhinde çeşitli dedikodular yayılmaya başladı. Ancak Emir Seyfeddin Çagan’ın İbn Teymiyye’yi desteklemesi ve onun aleyhinde görüş belirten kişileri tutuklatması üzerine olay kapanmaya yüz tuttu. Daha sonra Şafii kadısı İmamüddin Ömer el-Kazvinî’nin huzurunda gerçekleştirilen bir toplantıda, kendisiyle ilgili bütün itirazları cevaplandırarak oradakileri ikna etti. Bu toplantıda söz konusu kitapta aşırı görüşler bulunmadığı sonucuna varıldığından İbn Teymiyye aleyhinde gelişen olaylar sakinleşti. 

699/1300 yılındaki Moğol saldırısında halkın ve pek çok âlimin Dımaşk’ı terketmelerine karşı o şehirden ayrılmadı ve bir grup âlimle birlikte Moğol hükümdarı Gazan Han’ın karargâhına giderek Dımaşk halkı için eman diledi. Aynı yıl, Memlük ordusunda, Franklar ve Moğollar’a yardım eden Kisruvan Şiilerine karşı düzenlenen sefere katıldı. 700/1301 yılında yeni bir Moğol saldırısı üzerine halkı cihada çağırmak için çalıştı ve Memlük sultanı Muhammed b. Kalavun’dan Moğollarla savaşmasını istemek amacıyla Kahire’ye gitti. Kendisinin de 702 yılında cephede Moğollara karşı çarpıştığı savaşta Moğollar ağır bir yenilgiye uğratıldı. 

Aşırı görüşler ileri süren ve uyuşturucu kullandığı iddia edilen mutasavvıf İbrahim el-Kettân’a karşı mücadele etti. Muhyiddin ibnü’l-Arabî’nin görüşlerini benimseyen İttihâdiye fırkasına karşı tepki olarak Şeyh Nasreddin el-Menhicî’ye gönderdiği mektupta, İbnü’l-Arabî’nin Vahdet-i Vücud felsefesini eleştirdi. Kisruvan Şiileri üzerine düzenlenen ikinci bir sefere katıldı.

Bidat ve hurafelerle mücadelesi dolayısıyla birçok kesimi karşısına alan İbn Teymiyye, el-Akîdetü’l-Vâsıtıyye kitabı dolayısıyla birtakım dedikodularla karşı karşıya kaldı. 705/1306’da yapılan bir toplantıda, eserin Kitap ve Sünnet ilkelerine uygun olduğu açıklandı. Şafiî kadısı Necmeddin İbn Sasrâ’nın konuyu yeniden gündeme getirmesi ve İbn Teymiyye’nin birçok öğrencisini dövdürüp hapse attırması üzerine bir toplantı daha yapıldı ve burada da kitabın dinin ilkelerine aykırı olmadığına karar verildi. Görevinden istifa eden Kadı İbn Sasrâ ile birlikte Kahire’ye gönderildiler. Dört kadılkudat ile çeşitli devlet adamlarından oluşan bir kurulda yargılanarak Allah’ı insan suretinde kabul etmekle suçlandı ve iki kardeşiyle birlikte Kahire Kalesine hapsedilmesine karar verildi.

İbn Teymiyye 707/1307’de, bir buçuk yıl yattığı hapisten çıktı. Ancak Suriye’ye dönmesine izin verilmedi. Selefi görüşlerini savunup bidat ve hurafelerle mücadelesine devam etti. Bir süre sonra İttihadiyye aleyhine yazdığı bir reddiye dolayısıyla bir buçuk yıl daha hapis yattı. Çıktıktan sonra 1309 yılında İskenderiye’ye götürülerek sekiz aydan fazla göz hapsinde tutuldu. 1310 yılında yeniden tahta çıkan el-Melikü’n-Nâsır Muhammed b. Kalavun tarafından serbest bırakıldı. Kahire’de üç yıl daha kalarak öğretim ve fetva faaliyetlerine devam etti. Es-Siyasetü’ş-Şer’iyye adlı eserinin ilk müsveddelerini de bu dönemde yazdı.

Hayatı büyük mücadelelerle ve hapislerle geçen İbn Teymiye, çok sayıdaki eserlerinin önemli bir kısmını hapishanelerde yazdı. En son yazdıkları arasında Takiyyüddin el-Ahnaî’yi eleştirdiği kitabı dolayısıyla sultana şikâyet edilmesi üzerine 1328 (H. 728) yılında elinden kâğıdı, kalemi ve mürekkebi alındı. Bu muamele ona çok ağır geldi ve üzüntüsünden hastalanarak 26 Eylül 1328’de hapishanede vefat etti.[1]

 

es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye

Tam adı es-Siyasetü’ş-Şer’iyye fî Siyaseti’r-Râî ve’r-Raiyye olan bu eserin yazılış amacı, “Hz. Peygamber (sav)’in ‘Allah (c.c.) sizin üç şeyinizden hoşnut olur: 1. Hiçbir şeyi ortak koşmadan O’na ibadet etmeniz, 2. Dağılmaksızın toptan Allah’ın ipine sarılmanız, 3. Allah’ın işini havale ettikleriyle (vulat-ı umurunuzla) öğütleşmeniz’ buyruğu gereğince, işlerimizi üstlenenlere öğüt için hazırlanmış, raî ve raiyyenin (yöneten ve yönetilenin) uzak duramayacağı, ilâhi siyaset ve onun peygambere mahsus temsili ile ilgili ilkelerden söz eden bir kitapçıktır” şeklinde açıklanmaktadır.[2] Eserin dayanağı, umera ayeti olarak bilinen Nisa suresinin 57-58. ayetleridir: “Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah, işitir ve görür. Ey inananlar! Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir konuda çekişirseniz, Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız- onun halini Allah’a ve Peygamber’e bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibarıyla en güzeldir.” Ayette emanetlerin lâyık olanlara verilmesi ve hükümlerde adaletin gözetilmesinin şart koşulması, yöneticiyi âdil ve düzgün siyasetin temeli yapmaktadır.[3] Böylece eser emanetler ve adalet başlıklarıyla iki ana bölüme ayrılmaktadır.

İbn Teymiyye  “emanetler”i, velayetler (kamu yöneticiliği) ve mallar (kamu maliyesi) olarak iki başlıkta ele alır. Kamu yöneticiliğinde emanet, görevlerin ehil olanlara verilmesini içerir. Bu konunun önemine Hz. Peygamber (sav) şu şekilde işaret etmiştir: “Kim Müslümanların işini üstlenir de, daha ehil olanı varken başkasına bir iş verirse, Allah’a ve Peygamberine hainlik etmiş olur.”

Müslümanların işini üstlenmiş olan “Veliyyülemrin ilmî, askerî, mülkî sınıftaki ve diğer hükümet işlerindeki valileri, hakimleri, ordu komutanlarını, küçük büyük askeri birlik komutanlarını, hazine vazifelileri, kâtipler, mühürdarlar, haraç, sadaka ve Müslümanların mallarıyla ilgili diğer memurların, üstlendikleri işe ehil olanını araştırması ve tespit etmesi gerekir. Tayin edilen bu memurların da, bu işlerin her birine en ehil kimseleri getirmesi ve kullanması gereklidir, hatta imamlar, müezzinler, Kur’an okuyanlar, öğretmenler, hac ve posta emirleri, hazine memurları, kale ve şehir bekçi ve kapıcıları, büyük küçük askerî birliklerin nakipleri (komutan ve müfettişleri), kabilelerin, çarşıların ve köylerin ileri gelenlerine varıncaya kadar bu yolu takip etmelidir.”[4]

Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Emanet kaybedilince, kıyameti bekleyin!” Bunun üzerine “emanetin kaybedilmesi nedir?” diye sorulduğunda Resulullah bunu: “İşi ehil olmayana vermek” şeklinde cevaplandırmıştır.[5] Veliyyülemr, bir çoban gibi, yönetimi altındakileri koruyup gözetmekle yükümlüdür. Bu anlamda olmak üzere Resulullah (sav): “Hepiniz çobansınız, hepiniz güttüğünüzden (idareniz altındakilerden) sorumlusunuz. İmam, insanların çobanıdır ve güttüğünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır, bu itibarla o da sorumludur. Bir köle efendisinin malının çobanıdır ve ondan sorumludur. Unutmayın ki, her biriniz çobansınız ve her biriniz elinin altındakilerden sorumludur” buyurmuştur. İşte bunun için veliyyülemrin, bir görev için seçeceği kişileri, olanlar içindeki en iyilerden seçmesi gerekir.

Kamu yöneticiliğinin (velâyet) biri kuvvet, diğeri emanet olmak üzere iki temel unsuru vardır. Bunlardan kuvvet, değişik biçimlerde görülür ve gerekli olur: Savaş işlerinde cesaret, deneyim ve taktikler –çünkü savaş hiledir (taktiktir) buyurulmuştur–, silah ve diğer savaş araçları kullanma gibi konularla ilgilidir.  İnsanlar arasında hükmetmekte kuvvet, Kitap ve Sünnet’in gösterdiği adaleti bilme ve hükümleri uygulamayla ilgilidir.

Emanet ise, Allah korkusu, O’nun ayetlerini hiçbir şey karşılığında satmama ve insan korkusundan arınmakla ilgilidir. Bu üç özellik ayette şu şekilde bir araya toplanmıştır: “İnsanlardan korkmayın, benden korkun; ayetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin; Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir” (Maide: 44).

Yöneticilerde kuvvet ve emanetin birlikte bulunması gerekir; ama bu nitelikte bir yönetici az bulunur. Savaş işlerinde, güvenilir de olsa aciz ve zayıf olana değil, güçlü ve cesur olana öncelik tanınır.[6]

Yönetimde dengeyi sağlamak ve orta yolu bulmak için, üst yöneticinin huyu yumuşaksa, naibinin sert; üst yönetici sertse, naibinin yumuşak huylu olması gerekir. Bunun içindir ki Hz. Ebu Bekir, Halid b. Velid’i tercih ederken, Hz. Ömer onu azletmiş ve yerine Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı tayin etmiştir. Çünkü Halid, Ömer gibi sert, Ebu Ubeyde ise Ebu Bekir gibi yumuşak mizaçlıydı.[7]

Malların tahsili ve korunmasında kuvvet ve güvenilirlik birlikte bulunmalıdır. Tahsil ederken güç, korurken de tecrübe ve emanet gerekir. Yargı velayetinde bilgili, takva sahibi ve daha ehliyetli olana öncelik verilir. Bilgili ve takva sahibi iki kişi arasında tayin tercihi, hükmü açık ve kişinin arzularına karşı koyabileceği konuda daha takva sahibi; hükmü incelik isteyen ve karışıklıktan korkulan konularda daha bilgili olan tercih edilir. Hakimler konusunda da öncelik, duruma göre ehliyet veya bilgi sahibi olandadır. Ama genel olarak hakimin bilgili, adil ve kuvvet sahibi olma mecburiyeti vardır. Aslında bütün Müslüman yöneticilerinin bu özelliklere sahip olması gerekir. Velayetlerde yeterlilik şiddet ve korku, ya da iyilik ve sevgi ile olur. Gerçekte de bu niteliklerin hepsinin birlikte bulunması gerekir.[8]

Yöneticiler, imkânları oranında din ve dünyalarını ıslah için çalıştığında, zamanının ve Allah yolunda çalışanların en üstünü olurlar. Bu konuda Peygamber (sav) “adaletli imamın bir günü, altmış yıllık nafile ibadetten üstündür” buyurmuştur. Adalet konusunda başka hadisler de vardır:

“Halkın, Allah’a en sevimlisi, adaletli imam ve en sevimsizi de zalim imamdır”.

“Allah yedi kimseyi, kendi gölgesinden başka gölge olmayan kıyamet gününde, gölgesi altında barındıracaktır: Adaletli imam; Rabbine ibadet içinde yetişip büyüyen genç; gönlü mescitlere bağlı kişi; Allah yolunda birbirini seven, buluşmaları da, ayrılmaları da buna dayalı kimseler; makam ve mevki sahibi güzel bir kadının isteğine ‘ben Allah’tan korkarım’ diyerek haram işlemeyen erkek; infak ettiğinden solundaki haberdar olmayacak derecede gizli sadaka veren adam; tenhada Allah’ı zikredip de gözü dolup taşan kimse”.

“Cennet ehli üçtür: Adaletli sultan, bütün akrabalarına ve müslümanlara karşı ince kalbli ve merhametli olan kimse, gizlice sadaka veren zengin”.

İbn Teymiye, her şeyden önce “ilâhi kanun yönetimiyle” ilgilenmekte, şeriatı en yüce otorite, İslâm ümmetinin, ehl-i sünnet ve’l-cemaatin tek ve kusursuz rehberi olarak görmektedir. “İbn Teymiyye ‘siyasi’ otoritenin gerekliliğini kabul ederken, o günkü yöneticinin fiili iktidarını, Şeriatin ve ümmetin yararına otoriteye itaatin gerekliliğini de tanır.”[9] Ancak o, hilâfet konusunda herhangi bir şey söylemez. Aynı konuda yazılmış diğer eserlerde önemle üzerinde durulan hilâfetin gerekliliği, imamın ideal nitelikleri, halife seçimi ve tayini gibi konulara hiç girmez. “Devleti olduğu gibi kabul eder ve bütün dikkati âdil idare üzerindedir. İktidar ve otoriteyi elde etme biçimine göre imamın meşru olup olmaması hatta hiçbir iktidar ve otoriteye sahip olmayan bir figüran olması onu hiç de ilgilendirmez.”[10]

Eserin ikinci bölümü “adalet”tir. Adalet her şeyden önce Allah’ın hadleri ve haklarını ifade eder. Bu, kamu hakları ve onların korunması demektir. Şüphesiz ki, bu hakların korunması bir emirin (yönetici) bulunmasıyla mümkündür. Bu yüzdendir ki Hz. Ali: “İyi olsun, kötü olsun, insanlar bir emire muhtaçtır, onsuz olamazlar” demiştir. Çünkü “onun sayesinde hadler uygulanır, yollar emniyet kazanır, düşmanla savaşılır ve fey bölüşülür.”[11] Valilerin bu türden had ve hakları, başkasının şikâyet veya taleplerine gerek kalmaksızın araştırmaları gerekir. Aynı şekilde bu konuda yapılacak tanıklık da, herhangi birinin davacı olması beklenmeden yapılmalıdır.

Kamu hadlerinin itibarlı, güçlü veya zayıf ayrımı yapmaksızın tüm suçlulara uygulanması gerekir. Hatırlı kimselerin araya girmesi, hediye veya rüşvet yoluyla uygulanmasının engellenmesi yanlıştır. Kamu hadlerini uygulamayanlar Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetine uğrar. Böyleleri Allah’ın ayetlerini az bir ücret karşılığında satanlardan olur.[12]  Hadlerin uygulanması, Allah’a itaatı ortaya çıkarır, O’na isyanı azaltır, böylece rızık ve yardım sağlanmış olur.[13]

Veliyyülemr (bir işi yapmayı üstlenen kimse) aldığı mal yüzünden bir kişinin üzerindeki kötülükleri ortadan kaldırdığında ve ona karşı uygulanacak hadleri terk ettiğinde, alınan malı savaşçılarla bölüşen harami önderine, bir kötülük için iki kişiyi bir araya getirmesi yüzünden ücret alan kavata ve misafirleri hakkında kötülere yol gösteren Hz. Lut’un yaşlı kötü eşine benzer. Oysa veliyyülemr “bu mevkie, yalnızca iyiliği emretmek ve kötülüğü önlemek için getirilmiştir; zaten velayetin gayesi de budur. (…) İnsanların ve ülkelerin dirlik ve düzeni, iyiliği emretmek ve kötülüğü önlemekle; hayatın ve insanların düzgünlüğü de, Allah ve Peygamberi’ne itaat ile gerçekleşir. Bu ikisi de yalnızca iyiliği emretmek ve kötülüğü önlemekle tam olabilirler. Bu ümmet zaten bu yüzden insanlar için ortaya çıkarılan en hayırlı ümmet olmuştur: “Siz insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden ve fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz” (Al-i İmran: 110); “Sizden iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden bir topluluk olsun” (Al-i İmran: 104); “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir; iyiyi emrederler, kötülükten alıkoyarlar” (Tevbe: 71).”[14]

İyiliği emir ve kötülüğü önlemek, Allah’ın had ve haklarını korumada en etkili yoldur. Bu yüzden de Kur’an’da sıkça tekrarlanan önemli bir görevdir: “Allah’ın hudut ve haklarında hüküm vermenin en önemli gayesi, iyiliği emretmek ve kötülüğü önlemektir. İyiliği emretmek namaz, zekât, oruç, hac, doğruluk, emanet, ana-babaya iyilik, akraba ile bağlılık, arkadaş ve komşularla iyi geçinmek vb. dir. Veliyyülemrin vazifesi herkese farz namazları yerine getirmesini emretmektir. Bu namazları terk edenler, Müslümanların icmaıyla cezalandırılır; terkedenler bir grup halindeyseler, Müslümanların icmaıyla onlarla savaşılır. Aynı şekilde zekâtı, orucu vb. ni terk eden ve evlenilmesi haram olanlarla evlenmek, yeryüzünde bozgunculuk yapmak vb. icma ile sabit olan açık haramları helâl kabul edenlerle de savaşılır.”[15] Nitekim farzların terki ve haramların işlenmesi dolayısıyla ceza vermek, Allah yolunda cihadın bir parçası ve gayesidir. Aynı zamanda bu görev “ittifakla bütün Müslümanlara vaciptir ve amellerin de en faziletlilerindendir.”[16]

İbn Teymiyye, kamuya karşı işlenen suçları geniş bir şekilde anlatır. Cezası Kitap ve Sünnet’te belirlenmiş hadler ve Kitap ve Sünnet’te belirli bir ceza ve keffareti bulunmayan suçlar ve cezalar olarak iki başlığa ayrılan hadlerden, isyancı ve yol kesicilerin, hırsızların, zina ve Lutiliğin, içkinin ve iftiranın cezalandırılması uzun uzadıya açıklanır.

Müslümanlara karşı kuvvet kullanan topluluğa uygulanan ceza ise cihaddır. Ancak bir savaşla çözülebilecek konularda, Allah ve Resulünün düşmanlarına karşı cihad yapılır: “Savaş hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı. Hoşlanmadığınız şey, sizin iyiliğinize ve sisin sevdiğiniz şey kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir” (Bakara: 216). “İnananlar, ancak Allah’a ve Peygamberine inanmış, sonra şüpheye düşmemiş; Allah uğrunda mallarıyla, canlarıyla cihad etmiş olanlardır. İşte onlar doğru olanlardır” (Hucurat: 15).

Şûra konusu, İslâm siyaset düşüncesinde ele alınan en önemli konulardan biridir. Allahü Teâlâ Müslümanların bir özelliğinin de, herhangi bir konuda karar alırken aralarında danışmaya önem vermeleri olduğunu belirtmektedir: “Onların işleri, aralarında danışma iledir…” (Şura: 38). “Veliyyülemr, kendini şûradan müstağni addedemez. Zira, şûrayı Yüce Allah, Peygamberine emretmiştir: “… Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah’a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever” (Al-i İmran: 159).[17]

Kur’an’da inananlar, Allah’a, Resulullah’a ve kendilerinden olan ulülemre uymakla emredilmektedir. İbn Teymiyye, “ulülemr”in emirler ve âlimler (ümera ve ulema) olduğunu belirtir: “Bunlar iyi olunca, insanlar da iyi olur; her birine düşen, söylediğinde ve yaptığında, Allah’a ve Peygamberi’ne itaati ve Allah’ın kitabına uymayı gösteren yolları araştırmaktır. Çözümlenmesi gereken konularda, Kitap ve Sünnet’in gösterdiğini bilmek mümkünse, bunu yerine getirmek vaciptir; vaktin darlığı, araştıranın yetersizliği ve âcizliği, delillerin eşitliği vb. den dolayı mümkün değilse, imamın, ilminden ve dininden hoşnut olduğu ve güven duyduğunun görüşüne uyması caizdir.”[18]

Böylece İbn Teymiye’nin, umera yanında ulemanın da etki ve otoritesini güçlendirmeyi hedeflediği görülüyor. “Kuşkusuz İbn Teymiye alimlerin, hayatı Şeriatça düzenlenmesi gereken ümmetin fiilî liderleri olmalarını isterdi. Eğer onlar iktidarda olsalardı, İbn Teymiye’nin savunduğu –ve saf bir İslâm’la Müslümanların nizam ve refahının yararına gerekli gördüğü– reformları kamu ve özel hayatta yürürlüğe koyabilecek bir durumda olurlardı. İşte bu yüzden İbn Teymiye aile ve iktisat hayatını etkileyen yasamada âdil olunmasını istedi, fuhuş ve içki içilmesini kınayarak bunları durdurmaya çalıştı. Şeriatın koruyucu ve yorumlayıcıları olan ve özellikle de kadılık makamında onu uygulamak için kendilerine otorite verilen ‘ehl-i fıkıh’, hükümeti siyasetü’ş-şer’iyye diye adlandırılan İslâm devletindeki idare ve yasamanın kuşkusuz tabiî temsilcileridir. Ulemaya bu rolü vererek İbn Teymiye reforme edilmiş ümmeti, Hulefa-i Râşidîn dönemindeki Altın Çağa bağlamayı istemiş olabilir.”[19]

İnsanların işlerini üstlenmenin (velâyetin) farzların en büyüklerinden olduğunu belirten İbn Teymiyye’ye göre, dinin ayakta durması ancak bununla mümkündür. Dolayısıyla ona göre dinin, devlet gücü olmaksızın uygulanması imkânsızdır. İyiliği emir, kötülükten uzaklaştırma emri de, ancak bir liderin gücü ve otoritesi sayesinde uygulanabilir. İnsanların çıkarı, birbirlerine duydukları ihtiyaç dolayısıyla toplum halinde yaşamakla gerçekleşir. Bu da, bir başın bulunmasını gerektirir. Hz. Peygamber (sav) “üç kişi yola çıktığında, içlerinden biri başkan olsun” buyurmuştur. Abdullah b. Ömer (ra), Resulullah’ın yine şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Üç kişi bir yolculukta olduğunda, içlerinden birini başkan seçmemeleri helâl olmaz.” Şu halde yolculukta geçen kısa bir süre için bile bir başkan seçiliyorsa, devlet idaresinde bir başkanın seçilmesi çok daha öncelikli bir vaciptir.[20] Yüce Allah’ın iyiliği emredip kötülükten alıkoymayı farz kılmasının gerçekleşebilmesi, ancak kuvvetle ve imaretle mümkün olur. “Aynı şekilde cihad, adalet, hac, Cuma ve bayram namazları, mazluma yardım, had cezalarının uygulanması gibi Allah’ın vacip kıldığı öteki işler de hep böyledir.”[21]

İbn Teymiye böylece “siyasi görevler ve faaliyetler dediğimiz şeylerin Şeriatta anlaşıldığı gibi emanet ve velâyet kategorilerine girdiğinde ısrar ederek bunu İslami terimlerle kanıtladı. Dolayısıyla ‘emaneti sahiplerine iade etme’ ve ‘adil bir şekilde yargılama’ (Kur’an 4: 61-62) –yani, yasal cezaları yoksullar kadar soylulara da uygulama– yükümlülüğü kesinlikle siyasi otoritelerindir. Takas, tazminat ve yoksullara yapılan dağıtım konularında Şeriatın ekonomik adalet ilkeleri bireyler ve kamu otoriteleri tarafından uygulanmalıdır.”[22]

İlginç bir şekilde İbn Teymiye, çoğu fıkıhçı ve siyasetname yazarının hoş görmediği “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” tanımını kullanmakta bir sakınca görmüyor. Yine “zalim bir imamla geçen kırk yılın, sultansız geçen bir geceden daha iyi” olduğunu belirterek, “insanlığın geçirdiği tecrübe de bunu gösterir. Fudayl b. İyaz ve İbn Hanbel gibi bazı selefimiz, ‘müstecab bir duamız olsaydı, onu sultan için yapardık’ derlerdi” diyor.[23]

 

[1] Bkz. Ferhat Koca, “İbn Teymiyye, Takıyyüddin”, TDVİA, c. 20.

[2] İbn Teymiye, Siyaset, s. 29.

[3] Age., s. 30.

[4] Age., s. 34.

[5] Age., s. 36.

[6] Bkz. age., s. 40.

[7] Bkz. age., s. 41.

[8] Bkz. age., s. 43.

[9] Erwin I. J. Rosenthal, Ortaçağ’da İslâm Siyaset Düşüncesi, s. 77

[10] Age., s. 78.

[11] İbn Teymiye, age., s. 75.

[12] Bkz. age., s. 76.

[13] Bkz. age., s. 79.

[14] Age., s. 82.

[15] Age., s. 83.

[16] Age., s. 84.

[17] Age., s. 147.

[18] Age., s. 148.

[19] Erwin I. J. Rosenthal, age., s. 83

[20] Bkz. age., s. 149-150.

[21] Age., s. 150.

[22] Antony Black, Siyasal İslâm Düşüncesi Tarihi, s. 228.

[23] İbn Teymiye, age., s. 150.



Bu yazı 30340 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
Henüz anket oluşturulmamış.
YUKARI