Bugun...
İSLÂM SİYASET DÜŞÜNCESİ ÜZERİNE YAZILAR – 18. Ahmedî


Yüksel Kanar
 
 

facebook-paylas
Tarih: 30-01-2018 21:23

İskendernâme

Ahmedî

 

Ahmedî, İskender-Nâme, haz. Dr. Yaşar Akdoğan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü, www.kulturturizm.gov.tr

 

Kesin olarak bilinmemekle birlikte, muhtemelen 735 (1334-35) yılında doğan Ahmedî’nin asıl adı İbrahim, lakabı ise Tâceddin’dir. Hayatıyla ilgili kesin bilgiler yoktur. Kaynaklar Ahmedî’nin Germiyanlı veya Sivaslı olduğu konusunda ikiye ayrılırlar. Nerede tamamladığı bilinmeyen ilk öğreniminden sonra, ilim için Mısır'a gitti ve orada Şeyh Ekmeleddin'in öğrencisi oldu. Dönüşünde bir ara Aydınoğulları'na intisap ettiği, İsâ Bey'in (1360-1391) oğlu Hamza için yazmış olduğu Mîzânü'l-edeb ile Mi’yârü'l-edeb adlı Arap sarf ve nahvine dair kaside tarzında Farsça iki ders kitabından anlaşılmaktadır. Germiyanoğulları'na intisabının İsa Bey'in saltanatından önce mi, yoksa sonra mı olduğu olduğu konusu aydınlığa kavuşmadığı gibi, Osmanoğulları'na inatisabının da ne zaman olduğu kesin olarak bilinmiyor. Ancak Emîr Süleyaman'la olan ilişkisinin, onun ölümüne kadar (1410) devam ettiği bilinmektedir. Nitekim İskendernâme'deki “Mevlid” kısmı Bursa'da Emîr Süleyman zamanında yazılmıştır (810/1407). Ahmedî'nin Emir Süaleyman'a yakınlığı, eserlerinin çoğunu ona ithaf etmesinden anlaşılmaktadır. Emîr Süleyman'ın ölümünden sonra kendisine bir hami arayan Ahmedî, o sırada Bursa'ya gelen 1. Mehmed'in çevresine girmeye çalışmıştır. Mecdî, onun seksen yaşını geçmiş olarak Amasya'da öldüğünü kaydetmektedir (815/1412–1413).[1]

 

İskendernâme

Ahmedî’nin edebiyatımızda asıl tanınmasını sağlayan bu mesnevi, I. Bayezid’in (Yıldırım) oğlu Emir Süleyman’a sunulmuştur. Kur’an’da geçen: “Sana Zülkarneyn hakkında soru sorarlar. De ki: Size ondan bir hatıra okuyacağım. Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık, ona (muhtaç olduğu) her şey için bir sebep (vasıta ve yol) verdik. O da bir yol tutup gitti. Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar buldu. Onun yanında bir kavme rastladı. Bunun üzerine biz: Ey Zülkarneyn! Onlara ya azap edecek veya haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin, dedik. O, şöyle dedi: Haksızlık edeni cezalandıracağız; sonra o Rabbine gönderilecek; sonra Allah da ona korkunç bir azap uygulayacak. İman edip de iyi davranan kimseye gelince, onun için de en güzel bir karşılık vardır. Ve buyruğumuzdan, ona kolay olanını söyleyeceğiz. Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık. İşte böylece onunla ilgili her şeyden haberdardık. Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet iki dağ arasına ulaştığında onların önünde, hemen hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu. Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Ye’cüc ve Me’cüc bozgunculuk yapmaktadır. Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi? Dedi ki: Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet ve kudret daha hayırlıdır. Siz bana kuvvetinizle destek olun da, sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım. Bana demir kütleleri getirin. Nihayet dağın iki yanı arasını aynı seviyeye getirince (vadiyi doldurunca) “Körükleyin” dedi. Artık onu kor haline sokunca: Gelin bana, üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim, dedi. Bu sebeple onu ne aşmaya muktedir oldular ne de onu delebildiler. Zülkarneyn: Bu Rabbimden bir rahmettir. Fakat Rabbimin vaadi gelince, O, bunu yerle bir eder. Rabbimin vaadi haktır, dedi” (Kehf: 83-98) ayetleri ile tanıdığımız Zülkarneyn’in ulu bir kişi veya bir Peygamber olduğu üzerinde durulur. Zülkarneyn ile İskender arasında birçok bakımdan benzerlik bulunmuş, bu durum İslâmî edebiyatta destanî-efsanevî bir tarzda işlenmiştir. “Genelde tarihî eserlerle tefsirlerde Zülkarneyn’in İskender-i Kebir, İskender-i Ekber, İskender-i Himyeri; Makedonyalı İskender’in ise İskender-i Rûmî, İskender-i Yunanî diye anılmasına rağmen edebi eserlerde bu adlandırmalar tamamen birbirine karışıp Zülkarneyn’in kişiliği İskender’in hayatına kuvvetli bir biçimde sindirilmiş ve “İskendernâme” adı verilen bir tür içinde de İskender neredeyse tamamen Zülkarneyn kimliğine bürünmüştür.”[2]

Anadolu’dan başlayarak Hindistan’a kadar uzanan seferleriyle İskender’in kişiliği etrafında oluşan efsanelerin oldukça eskilere dayanan bir tarihi vardır. Bu tarih, İskender’in vakanüvisi Callisthenes’e atfedilen bir esere kadar uzanır. İslâm edebiyatında aynı konu “Siret-i İskender” gibi eserler yanında, tefsir ve tarih kitaplarında da işlenlenmiştir. “İslâm edebiyatlarında Zülkarneyn kıssasından fazlasıyla etkilenerek kaleme alınan ve İskender’in hayatını çeşitli macera ve fütuhatı ile birlikte destanî-efsanevî tarzda anlatan İskendernâmeler’in konusu şu şekilde özetlenebilir: İran asıllı bir Yunan prensi olan İskender, yedi yaşından itibaren Aristo’nun ilmî terbiyesi altında yetiştirilmiş, onbeş yaşında tahta çıkmıştır. Ülkesini ve halkını Sokrat, Eflâtun ve Aristo’nun öğütleriyle yönetmektedir. Rüyasında bir meleğin verdiği Allah’ın kılıcıyla ordusunun başına geçip dünyayı fethetmeye çıkar. İran’ı ve Turan’ı zapteder. İran şahı Dârâ’nın (…) ülkesini ele geçirir. Ardından Hindistan’ı fetheder. Çin’e geçip Tapgaç Han’ı ve ülkesini bir ejderhadan kurtarır. Dokuz Oğuzlar’la karşılaşır. Çeşitli kavimleri emri altına alır. Azerbaycan’da bir kavmi Ye’cûc ve Me’cûc elinden kurtarmak için bir set yaptırır. Ruslar’a galip gelir. Kendisini öldürmeye gelen devleri alt eder. Elindeki tılsımlı ayna ile hârikulâde olaylar gösterir. Mısır’ı ele geçirip İskenderiye şehrini kurar. Yanındaki âlimlere çeşitli kitaplar yazdırır. Kâbe ve Kudüs’ü ziyaret eder. Bir süre sonra hastalanır. Alimler şifa olarak âb-ı hayatı tavsiye ederler. Hızır ile beraber zulümat ülkesinde âb-ı hayatı ararlarsa da Hızır bulur fakat o bulamaz. Bütün çabalara rağmen genç yaşta ölür.”[3]

Ahmedî’nin 1390’da kaleme alınan İskendernâme’si, Türk edebiyatının ilk manzum İskendernâmesidir. Eser, türünde İslâm dünyasında yazılmış bütün eserlerden yararlanılarak yazılmıştır. Taşıdığı tarihî ve efsanevî özellikler yanında, ilâhiyat, felsefe (hikmet), siyaset, ahlâk, hendese (geometri), felekiyyât (astronomi), nücum ilmi ve tıp gibi konularda ansiklopedik bilgiler vererek okuyucuyu bilgilendiren özellikleri de vardır.

Eserin, Hz. Peygamber’den başlayarak Emevi, Abbasi, İlhanlı ve Osmanlı tarihiyle ilgili bölümleri önemlidir. Özellikle Yıldırım Bayezid’e kadar gelen “Dâsitân-ı Tevârih-i Mülûk-i Al-i Osman” başlıklı bölüm, ilk Osmanlı vekayinâmelerinden sayılmaktadır. “Bu bölümlerde hükümdarlara ve kumandanlara yönelik öğütlere yer verilmiş olması, İskendernâme’ye Kutadgu Bilig’den itibaren devam edegelen siyasetnâme geleneği içinde önemli bir yer sağlamıştır.”[4]

Ahmedî’nin İskendernâme’sinde de, diğer siyasetnâmeler gibi devlet, merkezinde hükümdarın bulunduğu bir örgütlenmedir. Bu yüzden hükümdar, sıradan insanlardan daha üstün birtakım niteliklere sahiptir. Bunlardan bir kısmı doğuştan getirilen niteliklerdir. Bu bakımdan, her anadan doğan değil, atadan bu özellikleriyle gelen, yani soylu bir aileden olan kimse hükümdarlığı hak eder. Köle bir kadından doğan kimse, yine köle olur. Çünkü köleden doğan kimsede ululuk alâmetleri görülmez:

Her kişi k’anadan olmaya ulu

Atadan sultân-ısa olur alu

Oglan anaya olur tâbi’ hemîn

Karavaş oglı olan kuldur yakîn

Çünki kul olur karavaşdan togan

Pes ululık anda ne gerek âyân[5]

Hükümdarlık, mülkün gerçek sahibi olan Allah tarafından özel olarak seçilmiş kimselere verilir. Dolayısıyla kendisine bu mülkün verildiği mutlu kimse, bütün nimetin Allah’tan geldiğini bilmeli ve bundan dolayı, kendisine yokluk ulaşmayan Allah’a şükretmelidir:

Mülki bilmez mi ki Allâhuñ-durur

Anı ol kime diler-ise virür

Kim ola Keyhüsrev ü yâ Keykubâd

Kim kişiye mülk virüp kıla şâd

Kişi ol kim şükri Allâha kıla

Her ne ni’met var-ısa andan bile

Mülk anuñdur k’aña yok-durur zevâl

Hâbdur dahı ne varsa yâ hayâl[6]

 

Adalet:                                   

Allah’ın bu lütfuna karşılık hükümdarın kendisini bazı özelliklerle donatması gerekir. Bu özelliklerin en başında, kendisine verilen nimet dolayısıyla Allah’a gereği gibi kul olmanın yollarını aramak gelir. Çünkü Allah onu halka sultan yapmıştır; bu nimetin şükrü, Hakka kul olmakla mümkündür:

               ne-y-di evvel soñra n’olısar bile

  halka sultân-ısa Hakka kul ola[7]

Eğer bir hükümdar, iktidarının sürekli olmasını istiyorsa, halka adaletle muamele etmeli, adalet ayetine (Nahl: 90) kulak vermelidir. Çünkü mumu söndürecek olan rüzgârdan, ancak adalet vasıtasıyla güvende olunur:  

               Şeh gerek adl âyetine duta sem’

   Adli-y-ile yilden îmîn ola şem’[8]

 

Hükümdarın emrine verilen geniş bir ülke, eğer gönül açan bir yer haline gelmişse, bunun nedeni hükümdarın adaletidir. Demek ki o, varlıklı ve yoksul ayırmadan herkese eşit ve hoş davranmış, büyük küçük herkesin gönlünü almıştır:    

          Çün müsahhar oldı şâha mülk-i Çîn

                Kıldı hurem adl-ile ol mülk için

                Bay u yohsula kamu hoş söyledi

   Ulu vü kiçiyi hoş-dil eyledi[9]

Yücelik dileyen kimse, büyük küçük herkese karşı iyi davranmalı, güzellikler düşünmeli ve hoş şeyler söylemelidir. Ancak bütün halka karşı iyilik yapma endişesi duyan ve hedefi de adalet yoluna varmak olan kişi yücelik sahibidir:

          Her ki diler kim ululuh eyleye

   Gerek ulu kiçiye hoş söyleye

                Cümle halka hayr ola endîşesi

   Adl yolın varmag olur pîşesi[10]

Kısacası hükümdar, lütfuyla halka beylik etmeli ve adaletiyle devletin imarını sağlamalıdır:

                Lutfı-la halka imâret eyledi

                Adli-le mülki ‘imâret eyledi[11]

Dünya nasıl ki ilimle, bilgiyle aydınlanıyorsa, yeryüzünün mamurluğu da adalet ile mümkündür:

         Yiryüzin adli-y-le ma’mûr eyledi

               Âlemi ilmi-y-le pür-nûr eyledi[12]

Nitekim eğer padişah adaletli olursa, devleti mamur olacak ve bütün afetler ülkesinden uzak duracaktır:

Adl it kim kişverüñ ma’mûr ola

Kamu âfet devletüñden dûr ola[13]

 

Adalet çemberi:

Genel olarak siyasetnamelerde yer alan ve bu eserlerin yazılma nedeni olan adalet çemberi (dairesi) Ahmedî’nin İskendername’sinde de klasik biçimiyle karşımıza çıkar. Buna göre her kim devlet sahibi ve ona baş olmak isterse, en başta ihtiyaç duyacağı şey mal ve sayısız askerdir. Asker toplamak ancak mal yoluyla olur; toplanan askeri elde tutmanın en güzel yolu ise, onlara karşı iyi davranmak, güleryüz göstermektir. Askerine karşı kırıcı olan hükümdar, onu kendisine düşman eder. Elde mal biriktirmek, ülkenin imarıyla mümkün olur; imar ise adaletle sağlanır. Adaletsiz imar olmaz; eğer imar yoksa beylik de yoktur. Beyliğin temeli adalettir ve her bina ancak temeli sağlamsa ayakta durur. Ülkenin bayındırlığı da, adalet temelinin sağlamlığıyla gerçekleşir: 

            Her ki diler mülk’ola vü ola şâh

Mâl gerek aña vü bî-had-sipâh

            Kim sipâhı-y-la olur hasm olsa kam’

Mâl-ıla olur sipâh olursa cem’

            Mâl ele gelse imâretle gelür

Ger imâret olsa adl-ile olur

            Adlsüz hergiz imâret olmaya

Çün imâret yoh imâret olmaya

            Adldür kim beglige bünyâd olur

Her binâ bünyâd-ıla âbâd olur[14]

Yavuz melikler ise, adlarını zulme çıkarırlar. Zulüm, ülke yapısını temelden yıkan şeydir. Ülke, tac ve taht adaletle elde edilir; dini, devleti ve bahtı yıkan ise zulümdür:

            Zulm ider yavuz melikler adını

Zulm yıhar memleket bünyâdını

             Adl-ile mülk alınur u tâc u taht

Zulm-ıla dîn yıhılur mülk ü baht[15]

Temeli zulümle atılan her ne varsa, Süleyman Peygamberin tahtı bile olsa yel alır. Çünkü padişahın yaptığı haksızlık ve eziyet dolayısıyla, gök bile yağmur ve nemini indirmez olur. Devleti yıkan, kendini ve dünyayı ateşte yakan şey, yöneticinin zulmüdür. Eğer yönetici adalette eksik davranırsa, devleti ve ömrü sağlam olmaz:

               Her neye kim zulm-ıla bünyâd ola

              Ger Süleymân tahtıs’anı yil ala

               Pâdişeh çünkim ide cevr ü sitem

               İnmeye gökden yire bârân u nem

               Pâdişâhuñ zulmıdur mülki yıhan

               Kendüyi vü âlemi oda yahan

               Pâdişeh kim ma’diletde kem ola

  Devleti vü ömri nâ-muhkem ola

               Zulmdur şehlere azlüñ sâyesi

  Adl-durur baht u devlet pâyesi[16]

 

Asker:

Ülkesini savunmak ve gerektiğinde ülke fethetmek isteyen bir hükümdarın güçlü bir orduya sahip olması gerekir. Çünkü kılıç yarası olmadan, yani birtakım güçlüklere göğüs germeden ülkeyi elde tutmak veya yeni topraklar ele geçirmek mümkün olmaz. Savaşsız toprak alacağını sanan kimsenin düşüncesi yanlıştır:

Çün kılıc zahmı-y-la girür mülk ele

Kılıc ura her ki diler mülk ala

Mülk alam diyen kılıcsuz iy ulu

Fikri bâtıldur kim ider ol delü[17]

Askersiz devlet olmaz; padişahlık da ancak silahla elde tutulur. Dolayısıyla eldeki ülkeyi korumak veya yeni ülkeler fethetmek silâhla mümkündür. Yüce Allah kılıç için: “…Biz demiri de indirdik ki, onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır…” (Hadid: 25) buyurmuştur:

Pâdışâhlık kılıc altında olur

Memleket alan kılıc-ıla alur

Kılıc-ıçun dir “ve enzelne’l-hadîd”

Tengrı Kurân içre hem “be’sün şedîd”[18]

Düşmanın savulması ancak savaşla mümkündür. Savaş sıkıntısına katlanmayan, düşmanın esaretinden kurtulamaz:

Düşmenüñ def’ine çâre ceng olur

Her ki dahı çâre ister teng olur

Hasmı kılıc dönderür key bilesin

Kimse bilmez dahı anuñ hîlesin[19]

Bütün bunlar ise askerle olur. Dolayısıyla bir devlet için askerlik kurumu vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bunun içindir ki, askere güven verilerek gönlü hoş tutulmalıdır. Hükümdarlık, güven içinde olan asker dolayısıyla güç kazanacaktır:

             İstimâletle olur hoş-dil sipâh

Ol sipâh-ıla olur kuvvetlü şâh

            Pes didiler aña kim iy şehriyâr

Yoluña olsun bu cânumuz nisâr[20]

 

Padişahın vasıfları:

Ahmedî İskendernâme’sinde yöneticilerin, siyasetnamelerde ortak özellikler olarak sayılan vasıfları üzerinde de ayrıntılı olarak durur. Buna göre, eğer padişah İskender gibi doğuya ve batıya sahip olmak istiyorsa nefsine esir olmamalı, aksine onu ruha zebun kılmalıdır.[21] Hikmet ilmi, adalet, iffet ve kahramanlık erdemlerini kendinde toplayan bir padişah, Hak nuruyla etrafa ışık saçan bir mum olur.[22] 

Ahmedî, Zülkarneyn’in kişiliğinde beyliğin vasıflarını sayar. Bunların başında nefsini faziletlerle donatmak ve ahlâkını reziletlerden uzak tutmak gelir. Kimse saltanatın sonsuz olduğunu görmemiştir, dolayısıyla saltanat konusunda mağrur olmamalı ve şeytana uymamalıdır. Bu kısa ömür günlerinde sahip olunan şeylerle ve beden büyütmek için yiyip içmekle beylik olmaz. Beyin kafası ve kalbi aydınlık olmalı, gönlü gayb mumuyla aydınlanmalıdır. Bir işe koyulduğunda onu bitirmeli, başka zamana ertelememelidir. Bey, mal düşkünü olmamalı, halkın elindekine göz dikmek yerine halka vermek için gayret etmelidir. Adil olmalı ve bu yüzden herkes mutluluk içinde yaşamalıdır:

  Kıldı nefsini fezâyılla arı

  İtdi ahlâkın rezâyilden berî

  Gördi_anı kim bî-bekâdur saltanat

  Aña magrûr olmah olur şeytanat

  Üşbu deh-rûze haşem beglik degül

  Ten bezeyüp bislemek yiglik degül

   Beglik ol kim mülk-i cân ma’mûr ola

   Gayb şem’i-y-le göñül pür-nûr ola

   Beg ol ola kim var-iken dest-res

   Bir işe ide bugün cândan heves

   Kim yarın bundan çü gider ola ol

   Dahı yig yir begligine bula yol

   Beglik ol mı genc ü mâla kalasın

   Virmedügüñ halk elinden alasın

   Beglik oldur kim olasın ehl-i dâd

   Ulu kiçi kamu senden ola şâd

   Ten bezeyüp dimegil kim budur iş

   Hulkuñı tehzîb itmege düriş[23]

 

Meşveret:

Bütün umutların gerçekleşmesi ve kilitli işlerin açılmasının nedeni olan meşveret, Allah’ın: “İş hakkında onlara danış” (Al-i İmran: 159) emriyle her konuda vacip kılınmıştır. Dolayısıyla meşveretsiz yapılan işi, iş olarak saymamak, kendi görüşüyle işe başlamamak gerek. Ortaya çıkan türlü türlü görüşlerin içinden doğru yolu gösteren görüşü seçme imkânı sunduğu için, hiç kimse meşveretten dolayı hayal kırıklığına uğramamış ve pişman olmamıştır.[24]

İskendernâme’de Ahmedî, dünyanın en akıllı ve en tanınmış âlimlerini İskender’in istişare kadrosunda toplarken, bu konunun önemini Aristo’nun ağzından ifade eder. Aristo hükümdara, akıl ve hünerle donanmış kişiye mansıp vermesini, cahil ve yeteneksizleri etrafından uzaklaştırmasını öğütler.[25]

 

Cehl ehli câha lâyık olmaya

Câhile izzet muvâfık olmaya

 

Âkıl olan kişi hergiz câh-ile

Mansıbı görmeye lâyık câhile[26]

Meşveret üzerinde önemle duran ve akıllı kimselerle dost olmayı, onların öğütlerine kulak vermeyi[27] öğütleyen Ahmedî, “akıl ve dinde eksik” oldukları gerekçesiyle kadınlarla meşvereti ise, ne kadar temiz ve âbid olurlarsa olsunlar tavsiye etmemektedir:

             Avret-ile meşveret eylemegil

Râzuñı hergiz aña söylemegil

             Kim olardur akl u dînde nâkısât

Ger olalar tâyibâtün âbidât[28]

 

   

Cömertlik:

Sultan halkına karşı cömert olmalı, el açıklığını huy ve âdet haline getirmelidir.[29] Cömertliğin Yüce Allah’ın özelliklerinden olduğunu bilerek, onu aynı zamanda kendi sıfatı haline getirmelidir. Sonuçta mal kalıcı değildir, istemeden ondan ayrı düşeceksin. Yemeli ve yedirmelisin. Mal, canın yongasıdır ve dolayısıyla onu harcamamak cana vebaldir.[30]

 

Şecaat:

Ahmedî dört erdem saymaktadır. Bunlar hikmet ilmi, adalet, iffet ve şecaattir. Hikmet ilmiyle gönül aydınlanır, adaletle insanın gideceği yer gül bahçesi olur, iffet kişiyi iyi namlı yapar ve şecaat da bütün isteklere kavuşturur.[31] Onun için cömertlikte Hatem gibi, kahramanlıkta da Rüstem gibi olmak gerekir.[32]

 

Nefsin arzularına uymamak:

Nefs, arzu ettiği şeyi verdiğin zaman, canın en büyük düşmanıdır. Nefse uymak insanı azdırır ve ona ancak kıt akıllılar uyar. Onu beslemek, bir yılan topağını beslemek gibidir; eğer onu beslersen koca bir ejderha olur ve seni yutar.[33] Nefs, yedi başlı ejderhadır: Bir başı şehvet, biri haset, birisi cehalet, birisi kötü huy, biri öfke, biri uzun emel ve biri de insanlara hile kurmaktır. Bunları riyazet kılıcıyla kesmek, can ve teni ondan kurtarmak gerekir.[34] Saltanatının sürmesini isteyen sultan, nefsini güzel ahlâkla süslemelidir.[35]

Sultan olmak isteyen kişinin güzel huylu olması gerekir. Eğer bir insanın ahlâkı güzel değilse, mevkii ne kadar yüksek olursa olsun onu er saymamak gerekir:

             Şâh olayım diyen hoş-hû gerek

Gül gibi hâr içre handân-rû gerek

             Her kişinüñ ki_olmaya hulkı hasen

      Ger Alî olsa anı er sanma sen

     Hüsn-i hulk-ıçun Resûli Ol Kerîm

     Medh idüp didi “alâ hulkın azîm”

             Hassinû ahlâkakümde_endîşe it

      Hüsn-i hulkı kendüzüñe pîşe it[36]

 

 


[1] Bkz. Günay Kut, “Ahmedî”, TDVİA, c. 2, s. 165.

[2] İsmail Ünver, “İskender”, TDVİA, c. 22, s. 557.

[3] Agm., s. 557-558.

[4] Agm., s. 559.

[5] Ahmedî, İskendernâme, b. 1050-1052; krş. Kutadgu Bilig, b. 1949-1950.

[6] Age., b. 1071–1074

[7] Age., b. 3734.

[8] Age., b. 2843.

[9] Age., b. 3730-3731.

[10] Age., b. 3732-3733.

[11] Age., b. 5093.

[12] Age., b. 5567-5568.

[13] Age., b. 6527.

[14] Age., b. 1961-1965.

[15] Age., b. 1966-1967.

[16] Age., b. 5592-5596.

[17] Age., b. 1164-1165

[18] Age., b. 1185-1186.

[19] Age., b. 1180-1181.

[20] Age., b. 1150-1151.

[21] Bkz. age., b. 1299-1313.

[22] Bkz. age., b. 1165-1168.

[23] Age., b. 7352-7360.

[24] Bkz. age., b. 763-767.

[25] Bkz. Melike Gökcan Türkdoğan, “Siyasetnâmeler ve Bir Siyasetnâme Örneği Olarak Ahmedî’nin İskendernâme’si”, s. 422.

[26] Ahmedî, age., b. 2167-2168.

[27] Bkz., b. 6559.

[28] Age., b. 720-721.

[29] Bkz. age., b. 704.

[30] Bkz. age., b. 7510-7514.

[31] Bkz. age., b. 3165-3169.

[32] Bkz. age., b. 3967.

[33] Bkz. age., b. 3690-3693.

[34] Bkz. age., b. 5752-5755.

[35] Bkz. age., b. 7380.

[36] Age., b. 838-841.



Bu yazı 4564 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
Henüz anket oluşturulmamış.
YUKARI