İbnü’l-Mukaffa, İslâm Siyaset Üslûbu, çev. Vecdi Akyüz, Dergâh Yayınları, İstanbul 2004. İbnMukaffa’nınel-Edebü's-Sağîr, el-Edebü'l-Kebîrve Risâletü's-Sahabe adlı risaleleriyle hikmetli sözler ve ahlâki öğütler içeren ed-Dürretü’l-Yetîmeve İbnMukaffa’nın özdeyişlerini içeren Risale fi’l-Hikem adlı risalelerinin bir arada çevirisi.
Abbasîlerin büyük bir mücadele sonucunda Emevîlerin yerine geçmesi, her bakımdan önemli ve köklü değişimleri de beraberinde getirmiştir. Abbasî devriminin tabiatına ilişkin şimdiye kadar pek çok araştırmalar yapılmasına rağmen, bu yeni dönemde sürecin nasıl işlediği konusunda yeterince çalışma bulunmadığını söyleyen Mustafa Demirci, "EmevîlerdenAbbâsîlere Geçiş Sürecinin Bir Tanığı: Abdullah İbnü'l-Mukaffâ ve Risâletü's-Sahâbesi"[1] adlı makalesinde, bu konu üzerine eğiliyor. Biz de bu makale paralelinde önce Abdullah İbnü’l-Mukaffâ’nın hayatını özetledikten sonra, onun eserlerini tanıtarak dönemi için ifade ettiği anlamı ortaya koymaya çalışacağız:
Asıl adı Ruzbih olan Abdullah İbnü’l-Mukaffâ, muhtemelen 102/720 veya 106/724 yıllarında İran’ın Cûr (Firûzâbâd) kasabasında dünyaya geldi. Babası Dâdaveyh, Emevilerin ünlü Irak genel valisi Haccac b. Yusuf’un (75/695–95/714) vergi tahsildarlığını yapmış, bu görevini kötüye kullandığından dolayı kendisine işkence yapılırken eli sakat kaldığından “eli büzük” veya “çolak” anlamına gelen “mukaffâ” lakabı verilmiştir.
Babasının bir Mecûsi olması ve ömrünün sonuna kadar da öyle kalması, İbnü’l-Mukaffâ’nın da ilk eğitimini Cûr şehrinde Mecûsi geleneği üzerine almasının muhtemel olduğunu düşündürtüyor. Bu dönemde İranlı unsurlar Sasanîlerden beri devam ettirdikleri kâtiplik mesleğindeki tecrübelerinden dolayı Emevilerin bürokratik kademelerinde imtiyazlı konumlarda bulunmuşlardır. Ancak divanların Arapçalaştırılması İranlı kâtiplerin imtiyazlarına büyük bir darbe indirmiştir. İbnü’l-Mukaffâ'nın Basra'da geçirdiği çocukluk dönemi aynı zamanda Abdulmelik b. Mervân’ın (65/685–86/705) Farsça ve Rumca tutulan divanları ve resmi yazışmaları Arapçalaştırma reformlarını yaptığı döneme rastlar. Kuşkusuz bu reformların en hızlı gerçekleştiği yerlerden biri de Haccac’ın valiliğini yaptığı Irak bölgesi idi. İbnü’l-Mukaffâ’nın babası da diğer İran asıllılar gibi, kâtiplik mesleğinin geleceğinin artık Arapça bilmekten geçtiğini fark edenlerdendi. Bundan dolayı oğlunun bürokrasideki geleceğini garantiye almak için Arap–İslâm kültürü ile yetiştirilmesine bizzat babası tarafından özel gayret gösterildiği ve Basra’daki ünlü ediplerden dersler almasının sağlandığı, hatta ona Arap geleneğine uygun olarak EbûAmr künyesinin verildiği görülmektedir.
Arap dilinin yanında İbnü’l-Mukaffâ’nın en dikkat çeken bir diğer özelliği de tarihten felsefeye, ahlaktan mantığa, siyasetten edebiyata kadar geniş bir kültürel ve ilmi birikime sahip olmasıdır. Bu birikimi kazanırken yetiştiği Basra’daki entelektüel muhitten etkilenmiş, devrin alimlerinden ve yöneticilerden dersler almıştır. Bu dönemde zengin ve canlı bir kültür merkezi olan Basra, dini ilimler kadar felsefi fikirlerin de harmanlandığı bir yerdi. Bu zengin kültür muhiti içinde sadece Arap edebiyatı ve dini ilimler değil, aynı zamanda kendini ait hissettiği güçlü bir İran siyasi geleneği ile Yunan ve Hint kültür ve medeniyetine ait bilgileri de edinmiştir. Bu haliyle İbnü’l-Mukaffa Basra’nın canlı kelam, dil, tarih ve felsefe tartışmaları içinde yetişmiş genç bir aydın prototipi çizmektedir. Çok erken sayılabilecek bir dönemde Yunan felsefi metinlerinin en ağırlarından olan Aristo’nun Mantık kitaplarına ilgi duyması, hatta bunları çevirebilecek bir yeterliliğe sahip olması, onun ulaştığı bilgi ve birikim seviyesini gösterir.
Kâtip bir babanın çocuğu olan İbnü’l-MukaffâEmevilerin sonlarında ilk olarak Irak genel valisi Ömer b. Hubeyre’nin oğulları olan Basra valisi Yezid b. Ömer ile Kirman valisi Dâvûd b. Ömer’in (127–130/744–748) kâtipliği ile işe başlamıştır. Abbasilerin kuruluş yıllarında da seçkin konumunu kaybetmemiş, önce Basra valisi Süleyman b. Ali’nin (132–139/750–756), ardından Kirman valisi İsa b. Ali’nin sekreterliğini yapmıştır. Esas şöhretine ise onun zamanında (132–134/750–752) ulaşmıştır. O zamana kadar Mecûsi inancını muhafaza eden İbnü’l-Mukaffâ’nın, İsa b. Ali’nin teşvikiyle Müslüman olduğu rivayet edilir. Bir süre Halife Mansur’un amcalarından Musul ve Ehvaz valiliklerinde bulunan İsmail b. Ali’nin kâtipliğini ve çocuklarının mürebbiliğini de yapmış, kısa bir süre de Nişabur valisi Mesih b. Havâri’nin yanında kâtip olarak çalışmıştır. Müslüman olduktan sonra zaten fazla yaşamamış, henüz 36 yaşındayken, 140/757 tarihine doğru, hem kişisel hem de siyasi nedenlerden dolayı Basra valisi Süfyan b. Muâviye (139/756–144/761) tarafından şaibeli bir şekilde öldürülmüştür.
el-Edebü's-Sağîr
Giriş’ten sonra bir bölümden oluşan eser, ilimler tasnifinde pratik ilimler grubunda yer alan ahlâk veya “kişi siyaseti” konusunu ele alır. Kişi için aklın önemi, edep sayesinde aklın geliştiği anlatılır. Nasıl gömülen tohum, ekildiği yere can veren suya muhtaçsa, aklın doğası da kalpteki köküne bağlıdır. Kendisinin sonucu hayatı ve dölü olan edep onu yönlendirmedikçe, ne gücü vardır, ne de hayatı ve yararı. Edep mantıkla elde edilir ve bütün mantık ilim öğrenmektedir. İlim, rivayet edilen, öğrenilen, geçmişteki bir öncünün yazısından alınan şeydir. Şu halde bilgi insanların ortaya koyduğu değil, bilgi ve hikmet sahibinden gelen şeydir. Dolayısıyla kimin dilinden hoş bir söz dökülürse, kaynağı kendisi olmadığı için, bununla böbürlenmemelidir. Birinden aldığı güzel bir sözü yerli yerinde kullanan kişi, o sözün başkasına ait olmasından dolayı değerinden bir şey yitirmez. Tam ve sağlam bir aklın oluşması şu yedi nitelik sayesinde mümkündür: 1- Sevgiyi üstün tutmak 2- Talepte ısrar 3- Seçimde sağlamlık 4- İyiyi alışkanlık haline getirmek 5- Sorumluluk üstlenmek 6- Seçilen ve inanılan şeye bağlılık 7- Söz ve eylemiyle bunu yerli yerine koymak.
İbnü’l-Mukaffa bu sözlerden sonra kitabın içeriğini şu şekilde belirliyor: “Bu kitapta eskilerden nakledilegelen sözleri derledim. Bu sözler, inşaallahkalblerin işletilmesine, parlatılmasına ve gözlerin açılmasına yardımcıdır, düşünceyi diriltir, tedbiri ortaya koyar, övgüye değer işlere ve ahlâkî yüceliklere rehberdir”.[2]
Konuşanların bilenlerden, bilenlerin de yapanlardan daha çok olduğunu söyleyen İbnü’l-Mukaffa, kişinin kendini bu durumda nereye koyacağına bakması gerektiğini belirtiyor. Haz vereni sevip acı vereni terketmekte ahmaklarla akıllılar uzlaşabilir. Ama doğrunun ve yanlışın özü olan şu üç nitelikte uzlaşamazlar ve bilginlerle bilgisizler, yetkinlerle yetersizler ayrılırlar: 1- Geçici-Sürekli tartımı 2- Ümit-Korku ayarı 3- Uygulamadaki kararlılık.[3]
Bundan sonra nefsin hesaba çekilmesi, ölümün hatırda tutulması, iyi huylar, unutanın ve önemsemeyenin kaybedeceği, akıllı kimselerle yakınlık kurulması üzerinde duran İbnü’l-Mukaffa, tutkuların asla düşüncenin önüne geçirilmemesi gerektiğini söyler.
İbnü’l-Mukaffa’ya göre insanları yönetmek büyük bir belâdır. Şu dört nitelik, sultan için vazgeçilmez dayanaklardır:
1- Adamlarını iyi seçmek
2- Tam yetkilendirmek
3- Sıkı denetim
4- Sert ceza
Hükümdar, vezir ve valilere yönetimle ilgili adab yanında halka yönelik öğüt ve vecizelerin de sıralandığı eserde Kelile ve Dimne’den de alıntılar bulunmaktadır. Öz bakımından İslâm’la uyuştuğu halde, doğrudan ayet ve hadislere dayandırılmayan görüşler, akılcı ve felsefî bir üslupla verilmiştir.
Cabirî, İbnü’l-Mukaffa’nınel-Edebü's-Sağîr’de, seçkinlerin sultanla kurması gereken ilişkinin biçimini, bu ilişkinin adabını ve bu konudaki başarı yollarını ele aldığını söyler.[4]
el-Edebü'l-Kebîr
Bir giriş ve iki bölümden oluşan bu eserin girişinde de, tıpkı el-Edebü's-Sağîr’de olduğu gibi, eskilerin daha akıllı ve güçlü oldukları, dolayısıyla onlara uymanın, ilim ve eserlerinden faydalanmanın önemi üzerinde durulur. “Kalıcı kitaplar yazdılar. Yararlı düşünceler ürettiler. Deneyim ve kavrayış yükünden bizi kurtardılar”.[5]
Birinci bölümde siyaset ve yönetim sanatından söz edilir. Sultanın halka karşı görevleri, eleştirilere katlanmak, öfkeden, yalandan, cimrilik ve çok yeminden sakınmak, öncelikleri belirlemek gibi tavsiyelerde bulunulur. Yakınında bulunanların sultana karşı nasıl davranacakları anlatılır. Halkın yönetici karşısında takınacağı tavırlar konusunda öğütler verilir:
“Yönetici başka birine soru yönelttiğinde, yanıt veren sen olma. Çünkü söz kapman, sana bir hafifliktir”.[6]
“Yönetici seninle konuşunca, sözüne kulak ver. Gözünü başkasına çevirme, elin ayağın bir iş yapmasın, kalbin nefsinle konuşmasın”.[7]
“Sultanın vezirlerine ve huzuruna girenlere, sultanın hoşlanmadığın bir görüşünü şikâyet etme. (…) Kendini, sultanın sana aykırı gelen düşüncesine dayanmaya alıştır; sultanın ancak görüşüne, isteğine ve emrine uyması için sultan olduğuna, sultanın sana uymayacağına, sana aykırı görüşünden dolayı sana öfke duyacağına kendini alıştır”.[8]
Açıkladıkların için, hükümdarların beğenmezliğinden güvende olamazsın. Gizlediğin için, cezalarından emin olamazsın. Doğru söylersen, öfkelerinden güvende olamazsın. Konuştukların için, gönül rahatlıklarından emin olamazsın. Hep yanlarında olursan, senden usançlarından güvende olamazsın. Yanlarından ayrılırsan, cezalarından emin olamazsın. Onları işe katarsan, onlara külfet yüklemiş olursun. Onlarsız işe karar verirsen, muhalefetlerinden güvende olamazsın. Sana öfke duyarlarsa, seni bitirirler. Senden hoşnut olurlarsa, taşıyamayacağın rızalarını üstlenmiş olursun.
Seni sınayıp denediklerinde başarırsan, yakınlaştırdıklarında dayanırsan, onlardan öğreniyormuş gibi yapıp onlara öğreterek, ahlâk dersi vermişler gibi yapıp onlara ahlâk dersi vererek ve onları teşekküre zorlamaksızın kendilerine şükrederek güven sınavında onlara güven verirsen, sana zulmettiklerinde sineye çekersen, seni öfkelendirdiklerinde hoşnut görünürsen başardın demektir. Aksi takdirde, onlardan kesinlikle uzaklaş, çok ama çok sakın.[9]
İkinci bölümde dostların özelliklerinden, onlara karşı davranış biçiminden söz edilir. İnsan ilişkilerinde dikkat edilecek hususlar, görgü kuralları, dost ve düşmana karşı davranış biçimleri ele alınır.
Risâletü's-Sahabe
İbnü’l-Mukaffa’nın Halife Mansur’a hitaben yazdığı siyasî, idarî, askerî, malî, adlî ve ictimaî aksaklıkları, bunların çözümüne ilişkin tavsiyeleri, halifenin vezir, vali ve emirlerin seçiminde dikkat etmesi gereken konuları, halka karşı davranış biçimlerini cesur bir dille ifade eden ıslahat programı niteliğinde bir risaledir.[10]Câbirî bu kitabın, siyasî ve anayasal bir deklarasyon, yeni kurulan Abbasî devletinin genel durumuna ilişkin bir “rapor” niteliği taşıdığını, bu kitabında İbnMukaffa'nın İslâm Devleti'nin laik temeller üzerinde örgütlenmesini savunduğunu söyler.[11]
İbn Haldun Mukaddime’de “İbni Mukaffa, risalelerinde siyaseti anlattığında, delilsiz ve burhansız olarak bizim eserimizde incelediğimiz meselelerden birçoğunu bilmünasebe anmıştır. Bilgin, bu meseleleri hitabet tarzında fesahatli ve belâgatli bir üslûpla anlatmıştır”[12] sözleriyle onun hakkında olumlu bir tavır sergiler.
Risale, halifeye dua ile başlar. Onun sadece bilgili değil, aynı zamanda soran ve dinleyen özelliklere sahip birisi olduğunu belirtir. Dolayısıyla yöneticinin, deneyimli insanların gözlemlerini dikkate alması ve bunlardan yararlanması gerekir. Devlette yapılması gereken önemli reformların zamanı gelmiştir. Islahat konusunda yöneticiler farklı tavırlar takınırlar: Islahatla hiç ilgilenmeyen yöneticiler yanında, ilgilendiği halde bu konuda görüşü olanların erdemine güvenmeyen ya da çevresinde kesin veya kararlı görüş sahibi kimseler bulamayan yöneticiler vardır. Ayrıca bazı yöneticiler de açıkça kötü olan yardımcılarla sınanırlar. Bunun yanında, içinden çıkılması imkânsız bir suç batağına düşmüş halk vardır ki, bunlar da ancak “şiddetlice yönetilirlerse yola gelirler, yumuşakça yönetilirlerse azgınlaşırlar”.[13]
Allah, Müminlerin Emirinden bütün bu olumsuzlukları gidermiş, yolunu açmıştır. Öyleyse onun devlette önemli reformları yapması için hiçbir engel yoktur. “Müminlerin emîrinin, ümmetin işine çok büyük bir özen göstermesinin, onları gözetip takdir etmesinin, içimizdeki bir aile reisinden daha ileride olduğu bizim için apaçık ortaya çıkmıştır”.[14]
Müminlerin emirine hatırlatılacak konulardan biri, Abbasîlere iktidar yolunu açan “Horasan halkından oluşan şu ordunun durumudur.”[15]İbnü’l-Mukaffa bunları, İslâm’da benzeri görülmemiş bir ordu olarak niteler. Çünkü onlar her türlü üstünlüğün elde edileceği bir kudrete sahiptir. Kumandanlarına itaatları tamdır. Üstün meziyetlere sahip, düzgün gönüllü ve namuslu, kötülükten el çeken ve yöneticilere boyun eğen yapılarıyla benzersizdirler. Fakat onların bütün bu güzel niteliklerinden yararlanmak, güçlerinin, düşüncelerinin ve sözlerinin geliştirilmesi ve gereğince değerlendirilmesine bağlıdır. İbnü’l-Mukaffa: “Bugün için onlarda, aşırı mı aşırı bir önder ile şaşkın ve kuşkucu bir bağ vardır”[16] sözleriyle bu askerlerin Ebu Müslim Horasanî’ye bağlılıklarının hâlâ devam ettiğini ima eder. Bu özellikleriyle de onlar, “görenin korkuya kapıldığı, ama binicinin ondan daha çok korktuğu bir aslan binicisi gibidir”.[17] Müminlerin Emirine görüş belirten pek çok kişi bu askerlerin “şayet müminlerin emiri dağlara yürümelerini emretse yürüyecekmiş, namazda kıbleye ters dönmeyi emretse yapacakmış gibi konuşmaktadırlar”.[18] Buna aldanmadan, onlar için herkese açık, veciz, yapmaları ve yapmamaları gereken şeyleri kapsayan, güçlü kanıtlara dayalı bir eman (kanun, genelge) hazırlanmalı ve dolayısıyla bu güç kontrol altında tutulmalıdır:
İbnü’l-Mukaffâ'nın orduyla ilgili düşünceleri, devrim ortamından sivil ortama, yani savaş ortamından normal istikrar dönemine geçerken, kabile ve kölelerden teşekkül etmiş olan bu unsurların, devrim havasından hızlı bir şekilde çıkarılarak, düzenli bir orduya dönüştürülmesi bağlamında gelişmiştir. Bir devrim akabinde, ilk yapılması gereken şey, devrimci güçlerin kontrol altına alınması ve bu güçlere karşı devletin korunmasıdır. Bu kritik öneminden dolayı düşünürümüz ordu-devlet ilişkilerini “aslan üzerindeki adam”a benzetmektedir; eğer aslanı terbiye etmezsen, devleti parçalar. Bundan dolayı Risale'de ordu meselesi en geniş yeri tutmaktadır. Yazar çözüm önerilerine geçmeden önce mevcut askerî sistemin içinde aksayan yönlerine ilişkin tespitlerini sıralar. Bunlar; askerlerin cahilliği ve eğitimsizliği, ordu ile sivil idare arasındaki yetki ve haklarının belirsizliği, komutanların liyakatsizliği, askerin maliye işlerinde görevlendirilmeleri ve askerlerin maaşlarının muvakkat vakitlerde ödenmemesi gibi eksikliklerdir. Bu konular doğuracağı sonuçlar bakımından âciliyet arz etmektedir. Bunun için İbnü’l-Mukaffâ ordu için bir dizi öneride bulunur ve kendi içinde uyumlu, eğitimli ve devlete bağlı bir ordunun gerekliliği üzerinde ısrarla durur.[19]
İbnü’l-Mukaffa bundan sonra İmam ve halk arasındaki bağlılığın niteliğini ele alır. Bu konuda o dönemin güncel tartışmalarından olan, hangi durumlarda yöneticilere uyulur, hangi durumlarda uyulmaz tartışmasında bir grubun, Yaratıcı’ya isyan konusunda yaratılana itaat yoktur diyerek görüşlerini yanlış bir temele oturturttuklarını ve gerektiğinde bunu devlete isyanın bahanesi yaptıklarını[20], ikinci bir grubun, ne itaat ve ne isyan aramadan bütün işlerde imamlarımıza itaat etmemiz gerekir; bunlar işleri yürütenlerin (ulül-emr) bileceği şeylerdir, bize düşen itaattir dediklerini söyler.[21] Bunlar da Allah’a isyanı helâl sayma konusunda aşırı gidenlerdir ve itaatı kötü bir biçime sokarlar. Bu iki görüşe karşı erdem ve doğru görüş sahiplerinin inançları şöyledir: “Yaratana isyan konusunda yaratılana itaat yoktur diyenler isabet etmişlerdir; ama imamlara itaatı ortadan kaldırmakta ve küçümsemekte yanılmışlardır”.[22]
Bu konuda İbnü’l-Mukaffa’nın temel ilkesi şudur: “Allah, insanların kıvamını, dünya ve ahiretlerinin esenliğini, iki nitelikte, din ve akılda yaratmıştır.”[23] Allah insanlara, düşüncelerinin yetişemeyeceği konularda din gibi yüce bir bağışta bulunmuştur. Ayette, Allah’ın takva sahibi kullarının şu sözleri aktarılmıştır: “Allah bizi doğru yola iletmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulamayacaktık” (A’raf: 43). “Bunun dışındaki yönetim ve tedbir işini, akıl yürütmeye bırakmıştır. Akıl yürütmeyi ise, ulü’l-emirlere havale etmiştir. İnsanların bu işte, danışma durumunda fikir verme, çağrı durumunda icabet, huzurda değilken bağlılık dışında bir hakkı yoktur”.[24]
Din-akıl ilişkisini olumlu bir biçimde anladığını gördüğümüz İbnü’l-Mukaffa, bu iki temel ilkeden birini diğerine feda eden anlayış hatasına düşmüyor. “O’na göre din de, akıl da birbirini tamamlamaları ve insan hayatının mükemmel bir şekilde sürdürülebilmesi için bizzat Allah tarafından yaratılmış ve o şekilde tabiatları belirlenmiştir. Dolayısıyla akıl ile din arasında özde bir çelişki olamaz. Din, yapısı itibariyle bir iman meselesidir, bu yönüyle kişisel düşünceden farklıdır. Kişisel düşünceler ise herhangi bir kesinliğe sahip olmadıklarından tartışmaya ve müzakereye açıktır. Eğer dinler her konuda kesin hükümler getirselerdi, akıl işlevsiz hale gelir, bu da insanlar için çok zor ve hayat çekilmez olurdu. Buna karşılık akıl kendi başına bütün hakikatleri bilemez, hatta dini anlaması bile bütünüyle mümkün olmadığından insanlığın gerçeğe ulaşması için Peygamberlik kurumunu zaruri görür.”[25]
İbnü’l-Mukaffa’nın sadece Ulü’l-Emr’e ait olduğunu söylediği akıl yürütme, yöneticinin azimet denen temel görevlerle bunun dışında kalan diğer görevleri birbirinden ayırma gücüdür. Dolayısıyla dinin özüne bağlı kesin emirlerde devlet başkanının da yetkisi yoktur. Ama bunlar dışındaki alan insan aklına bırakılmıştır. Devletin siyaset yapabileceği alan da bu aklî alandır.
Risaletü’s-Sahabe’de maliye ve harac reformu üzerinde durulduktan sonra, Irak siyaseti ve buna bağlı reformlar ele alınır. Irak (Basra ve Kûfe) halkı fıkıhta, güzel davranışlarda, akıl ve dil konusunda, Müslümanların diğer bütününden daha üstün bir yere sahiptirler. Fakat onlar, eski Irak valilerinin kötü kimseler olmaları, bölge halkından olan yardımcılarının da kendileri gibi kötülerden seçilmesi dolayısıyla, bunların işledikleri kötülükler yüzünden benimsenmeyecek şeylerle suçlandılar ve adları kötüye çıktı. Ama Abbasî devletinin ortaya çıkmasıyla tekrar her şey düzene girmeye başladı.[26] Bu görüşlerin, Basra ve Kûfe'de gelişmekte olan Ehl-i Rey[27] ekolünü devlete benimsetmeye yönelik bir teşebbüs olarak yorumlanması mümkündür. Nitekim bunun fıkıhta Kûfe merkezli Ebû Hanife ve Kelam'daİbnü’l-Mukaffa'nın da içinde bulunduğu Basra merkezli Mutezile’yi çağrıştırdığı açıktır.[28]
Bunun hemen arkasından, hukuk reformu konusundaki önerinin gelmesi doğaldır. Konuya girmeden hemen önce, Abbasî devletinin kuruluşunun ilk yıllarında Rivayet kültürünün yerleşmesine karşılık, dinî hukuk bilginlerinin (fukahanın) henüz bir devlet yönetimi kuramı geliştirmemiş olduğunu hatırlamamız gerekir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, siyaset konusunda dinin koyduğu asıllardan başka, akıl alanını ilgilendiren ayrıntılar da bulunmaktaydı. Antony Black, İbnMukaffa’nın Rey ehline ve Kûfelilere olan rağbetini, siyaset kuramında ve kültüründe bulunan boşluğu bizzat kendisinin dolduracağı inancı içinde olmasına yüklüyor.[29]
Gerçekten de onun kitabında, “İmamlığı, orduyu, bürakrasiyi, ekonomiyi, çıkar gruplarını, danışman seçimini, hukuku, yasamayı ve uyrukların nasıl yönetileceği konusunu” ele alması, ihtiyatlı bir yaklaşım önermesi, İmamın başarılı olabilmesi için halkının bağlılığını kazanması ve bunun için de halkın İmamın otoritesini doğru anlamasının gerekliliği üzerinde durması; özellikle askerlerin görevlerini açıkça belirleyen ordu kurallarının belirlenmesi gibi temel konular üzerinde görüşler ortaya koyması, bir siyaset kuramının gerekliliğine olan inancını gösterir.[30]
İbnü’l-Mukaffa’nın hukuk alanındaki reform talebi de doğal olarak akıl alanına ait bir düzenlemedir. Hukuk alanında farklı bölgelerde farklı uygulamalar yapılmaktadır. “Kan ve şeref, Hîre’de helalken, Kûfe’de haram sayılmaktadır. Aynı farklılık, hatta Kûfe’nin göbeğinde bile olmaktadır.”[31] Bununla da kalınmayarak ister Iraklılar, ister Hicazlılar olsun her grup kendi görüşlerini doğru bulup yüceltiyor ve diğerini yanlış görüp küçümsüyorlar. Her biri sünnete bağlılık iddiasına rağmen, sünnetle ilgisiz uygulamalar yapıyorlar. Kanıtsız olarak reyine kesin bağlılıkla öyle aşırılıklara varıyorlar ki, önemli bir konuda hiçbir müslümanın onay vermeyeceği bir görüşe ulaşıyorlar.[32]
İbnü’l-Mukaffa bu karışıklığın ancak, hukuk da içinde olmak üzere, Şeriatın bütün çerçevesinin Hilâfet otoritesi tarafından belirlenip sistemleştirilmesi sayesinde giderileceğini savundu. Şunları söylüyordu:
Şayet müminlerin emiri, bu farklı karar ve sünnetlerin bir yazıyla kendisine iletilmesini, bunların yanında her grubun delil olarak aldığı sünnet ve kıyası da yazmasını emretmeyi uygun görürse, sonra müminlerin emiri bu konuyu iyice değerlendirirse, her dava konusunda Allah’ın kendisine ilham ettiği görüşünü ortaya koyar ve buna kararlılıkla bağlanırsa, buna aykırı yargı kararını yasaklarsa ve bunu etraflıca ve kararlı biçimde yazarsa, Allah’ın bu doğruyla yanlışın karıştığı hükümleri tek ve adil bir yasaya dönüştüreceğini umabiliriz. O zaman müminlerin emirinin reyiyle ve onun dilinden yargı uygulamalarının birleştirilmesinin uyumlu bir adaleti gerçekleştirmenin yolu olacağını umabiliriz. Daha sonra da bu, inşallah ilerideki başka bir imamdan da böyle olur.[33]
İbnü’l-Mukaffa’nın Halife’nin dini otoritesini, en azından yasal alanda, onun siyasal gücünün temeli olarak gördüğünü söyleyen Black, yukarıda verdiğimiz yasaları sistemleştirme projesinin de, otoritesini açıkça ortaya koyması için Halifeye açık bir davet olduğunu söylüyor. Kuşkusuz bu görüş, Abbasi yönetimi tarafından desteğine ihtiyaç duyulan ulemayı kızdıracak nitelikteydi. “Aslında İbn Mukaffa o sırada Ulema tarafından dile getirilen iddiaların istikrarlı bir siyasal otoriteyle, hatta yalnızca bütünlüğü olan bir toplumsal örgütlenmeyle bile bağdaşmadığını görüyordu. Bu, tam bir İran görüşüydü. Mukaffa, açıkça Halifenin yanında yer alıyordu.”[34]
Yapılması gereken en önemli işlerden biri de, yöneticinin yakın çevresindeki kişileri seçmesidir. Daha önce bunları iş başına getiren vezirler ve bürokratlar, ne yazık ki çok çirkin, şerefi, edebi ve siyaseti bozan, kötüye davetiye çıkaran ve iyileri uzaklaştıran bir davranış içinde olmuşlardır. “Bunun sonucunda, bürokratlarla dostluk, aşağılık bir işe dönüşmüştür”. Bugün, geçmişte hiçbir başarısı bulunmayan birinin adının ve konumunun yükseltildiği görülüyor. Bunlar “bölgesinin halkı içinde fücuruyla ünlüdürler, çoğu zamanını el işi yapan birer sanatkâr olarak geçirmişlerdir, bununla beraber ne bir belâ, ne de fayda sayılmazlar, ne var ki kendisine yakın gören biri tarafından onlara iş imkânı verilmiştir, böylelikle istediklerini elde etmişlerdir. Sonuçta da Muhacirler’in ve Ensar’ın pek çok çocuklarından ve müminlerin emirinin yakınlarından ve Arap ailelerinden önce halifenin huzuruna girmeye izin verilir olmuşlardır.”[35]
Onları bu konuma getiren şey akrabalık, dini anlamadaki derinlik, düşmana karşı başarı, yeni ortaya çıkan bir fayda, duyulan herhangi bir ihtiyaç değildir. Ne savaşçı, ne hatip ve ne de ilim adamıdırlar. Bütün özellikleri bir kâtibe veya hâcibe hizmet etmiş olmalarıdır. İbnü’l-Mukaffa’ya göre bu, apaçık haksızlıktır. Halbuki “Müminlerin emirinin çevresinin, bir üstünlük ve erdemi vardır; o da, sahiplerine bir şeref, soyundan gelenlere bir hasep (övünç) olmaya lâyık, korunmayı ve kollanmayı hak eden övgüye değer bir onurdur. Bu onur da ancak, ya birtakım niteliklere sahip olduğunu gösteren bir kişide, ya müminlerin emiri katında bir yakınlık ve sınama sonucu seçkinliği kabul edilen kişide, ya şerefi, düşüncesi ve eylemi müminlerin emirinin meclisine, onunla konuşmaya ve meşverete ehil olan bir kişide, ya tanınmış olduğu ve hazırlığını yaptığı bir cesaret sahibi olan, bu cesaretine hasep ve güvenilirlik ekleyen ve ordu içindekilerden yakın çevreye yükseltilen kişide, ya düzgünlüğü ve fıkıh bilgisinden yararlanmaları için halkın huzuruna çıkarılan düzgün bir fakihte, ya da kendisini veya başkasını bozmayan bir adamda olur. Bu kimseler, kendilerinin yardım ve tavassutuna başvurulduğunda, herhangi bir işi bozmadan ve bir kanaat ve görüşü küçültmeden o kimseye iyilik ve hayır konusunda yeterli olabilen kişilerdir”.[36] Bu seçkinler sadece kendi konumlarıyla ilgili işlere bakarlar, başka işlerle uğraşmazlar.
Risaletü’s-Sahabe adını taşıyan kitapta “sahabe” ile kastedilen, sultanın çevresi, yani danışmanları ve nedimleridir. Bu durumda risalenin, bu sıradaki devletin genel durumuyla ilgili olarak halifeye “seçkinlerin seçkini”nin görüşünü ilettiğini söyleyen Cabirî, İbnü’l-Mukaffa’nın siyasi emeller besleyen biri olduğu üzerinde ısrarla durur. Farsça siyasî edebiyatı tercüme ederek Arapçalaştıran, yani İslâm devletine ve devlet adamlarına yönelik Arapça bir mesaja dönüştüren odur. “Bunu yapmakla siyasî muhalefete ve savunduğu davalara da hizmet etmiştir. Çağdaşlarının, müslümanlığının samimiyeti konusunda kuşku duydukları İbnü’l-Mukaffa’nın özellikle siyasî edebiyatı Arapçalaştırmasının bir tesadüf eseri olmadığına dikkat çekmemiz gerekir. Onun sosyal ve siyasal içerikli hikmetler ve atasözleriyle dolu el-Edebü’l-Kebîr adlı eserine ilâveten bir de siyasî ve anayasal bir deklarasyon niteliği taşıyan Risâletü’s-sahâbeadlı bir eseri vardır. İbnü’l-Mukaffa bu eserinde İslâm Devleti’nin laik temeller üzerinde örgütlenmesini savunmaktadır. En çok bilinen Kelile ve Dimne adlı eseri ise Hind-Pers kökenli olmasına rağmen Arapça’ya tercüme edilişinin su götürmez siyasî hedefleri vardır. İbnü’l-Mukaffa bu esere yaptığı “Berzeveyh Babı” ekinde dinlerin farklılığını ve mücadelelerini anlatarak sadece akla dayanılması gerektiğini istemiştir. İbnü’l-Mukaffa’nın yazılarında en fazla dikkat çeken husus, laik karakter taşımalarıdır. O, kitaplarında Kur’an, Hadis veya İslâm kültür mirasına ait hiçbir unsurdan delil göstermemiş, üstüne üstlük ‘İslâm öncesi kültürüne’ yaslanmayı açıkça teşvik etmiştir.”[37]
Gerçekten de İbnü’l-Mukaffa’nın eserlerinde, “daha yüksek bir kültüre mensup ve özgüveni yüksek bir kişi olarak”[38] konuştuğunu sezmemek mümkün değildir. Daha önce kitaplarından söz ederken değindiğimiz gibi Edebü’s-Sağîrve Edebü’l-Kebîradlı eserlerinin ikisinde de, bütün bilgilerin daha önce yaşayanlardan alındığı, asıl bilgi ve hikmetin onlardan geldiği[39], onların dindarının, din konusunda bilgi ve eylem yönünden bizden çok daha ileri oldukları[40] üzerinde duruyordu. Risaletü’s-Sahabe’de ise doğrudan Halife Mansur’a sesleniyor, önceki halifeleri ve onların astlarını eleştiriyordu.
Black de Cabirî ile aynı görüşleri paylaşır. Ona göre de “Risale’nin amacı çok açıktı: Eski İran’da geliştirilmiş olan patrimonyal yönetim biçimini Hilafete uyarlamak. İslam’ın erken dönemindeki siyasi yazılar arasında en sistematik olan, en az retorik içeren ve saygı ifadelerini en az kullanan yazı buydu”.[41]
Cabirî aynı zamanda İbnü’l-Mukaffa’nın, “emir” ile “halk” arasında bir yer tutan yeni bir sosyal parça olarak, Arap-İslâm toplumunda seçkinler “sınıfı”nın belirişi olgusunun bir parçası olduğunu söyler. O, akıllı kimselerin insanları ikiye ayırdığını belirtir: 1) Halk tabakası: Her kelime ve adımda sıkı, engelleyici ve ihtiyatlı davranır. 2) Seçkinler tabakası: Onların yanında sertliği bırakır, kibar, efendi ve görüşmeye açık olur. Bu sınıfa, bin kişiden ancak biri girebilir. Her biri görüşünde erdemli, dostluğunda güvenilir, sır saklamada emin (sıkı), kardeşliğinde vefalıdır.[42]
Cabirî, Risaletü’s-Sahabe’nin şu üç davranış türü üzerine kurulduğunu söylüyor: 1) “Halk”a karşı büyüklenme ve onlardan nefret, 2) ”Seçkinler”e açılma, onlarla güzellik ve sevgiye dayalı ilişki kurma, 3) “Sultan”a tam teslimiyet, ona itaat üzere ve işleri onun arzusuna göre değerlendirerek davranmak. “Adâb’ın bu üç türü, ‘seçkinler’ grubunun yalnızca asalak-aristokrat niteliğini yansıtmaz. Bu sosyal kesimin kendisine biçtiği, itaat edilmesi gereken emîr ile itaat etmesi gereken ‘halk’ konumları arasında yer alan konumunu da meşrulaştırdığı görevi de dile getirir. Öyleyse ‘seçkinler’in görevi, ‘halk’ıemîre itaate yöneltmektir. Bu görevini, sahip olduğu silahla, konuşma (kelime) ve ‘bilgi’ -ideoloji- silahıyla yapar, tıpkı ordunun maddî silahlarıyla yaptığı gibi: Ordu bedenleri ezer, ‘seçkinler’ ise gönülleri konuşarak kazanır”.[43]
İbnü’l-Mukaffa’nın sonradan Müslüman oluşu, o zaman için Abbasî Devleti içindeki en önemli unsur olan İran hizbine mensup olması, düşüncelerini çok özgür biçimde ortaya koyması ve şüpheli ölümü, hakkında çok farklı düşüncelere sebep olmuştur. O, bir yandan Halife yanlısı ve onun otoritesini arttırma gayreti içinde gösterilirken, bir yandan da bunun tam tersine, eski inancını koruyan bir zındık olmakla suçlanmıştır. Çok velud bir yazar olan İbnü’l-Mukaffa’nın, bize intikal eden eserleri yanında, telif ve çoğu da tercüme olan daha epeyce eserlerinin bulunduğu bilinmektedir. Bunlarda “Enûşirevan gibi bazı Sâsâni hükümdarlarının hayatını, eski İran inanç ve kültürlerini, Maniheist ve Mazdeist kozmogoni ve kozmolojiyi, siyaset anlayışlarını, Sâsâni âdet ve geleneklerini sistemli bir biçimde yansıtan eserlerdir. Bu eserler, otuz altı yaşında hayatına son verilen genç biri için epeyce bir yekûn oluşturur. Bu durum bu genç ve enerjik edibin, mensubu bulunmakla iftihar ettiği güçlü eski kültürü, yeni intisap ettiği Müslüman kimliği içinde hiç sakınca görmeden sürdürme çabasının tipik bir örneği olması itibariyle, benzerlerinin ruh haletini anlamada bize yardımcı olabilir”.[44]
Halife Mansur’un amcası İsa b. Ali’nin yanında kâtip olarak bürokrasi mesleğine katılmış olan İbnü-l-Mukaffa’nın Mansur tarafından zendeka suçundan mahkûm edilerek amansız hasmı Süfyan b. Muaviye b. Yezid b. Mühelleb’in eline teslim edilmesi ve ağır işkence altında hayatına son verilmesi, gerçek nedenin inançsızlık mı, yoksa zamanın iktidarının siyasî mülahazaları mı olduğu, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur.[45]
Elbette Cabirî’nin şu sorusu üzerinde de düşünmeliyiz: “İbnü’l-Mukaffa’nın bu yaptığı, Arap-Fars karışımından oluşan yeni bir toplumda yani Abbasî Devleti’nin toplumunda kültürü, İslâmî olmayan bir kültür mirasına dayandırmaya yönelik genel bir stratejinin bir parçası olabilir mi? Buna karşı Zehebî’nin anlattığı ‘İslâm tedvin ve tebvîbi’ faaliyetleri de İbnü’l-Mukaffa ve benzeri laiklerin oluşturdukları tehlikeye karşılık bir tepki olarak gündeme gelmiş olamazlar mı?”.[46]
İbnü’l-Mukaffa’nın önerdiği önemli konulardan biri de toprakların yeterince değerlendirilmesi, dolayısıyla bir toprak ve vergi reformu yapılmasıdır. Arazilerin tespitinin iyi yapılması, ekenden vergisinin alınması, ekmeyenin de serbest bırakılmasıdır. Bu konuda en sorunlu topraklar da ovalarla dağ arasında ve gidip gelmesi uzak olan arazilerdir.
Risaletü’s-Sahabe’nin son konusunu, insanlara yol göstericilik yapan seçkinlerin önemi oluşturur. Büyük küçük her toplulukta halkı fıkıh, sünnet, siyer ve nasihat bilgisine ulaştıracak, kendilerine hatırlatmalarda bulunacak kişiler bulunmalıdır. Bunlar, bir hastalığın iyice yayılmadan önce kökünü kazıyan doktorlara benzerler. Bunun iki bakımdan büyük yararı vardır. Birincisi, kötülerin iyiye, ayrılıkçıların birliğe yöneltilmesi, ikincisi de kamu işlerini yürüten yöneticinin, kendisini gözetleyen içten bir casus varmış gibi işlerini düzgün yapmasına neden olunmasıdır.
[1] Doç. Dr. Mustafa Demirci, “EmevîlerdenAbbâsîlere Geçiş Sürecinin Bir Tanığı: Abdullah İbnü'l-Mukaffâ ve Risâletü's-Sahâbesi”, s. 117–148.
[2]İbnü’l-Mukaffa, İslâm Siyaset Üslubu, s. 19–20.
[3] Bkz. Age., s. 20-21.
[4] Bkz. Cabirî, İslâm’da Siyasal Akıl, s. 669
[5]İbnü’l-Mukaffa, İslâm Siyaset Üslubu, s. 53.
[6] Age., s. 70.
[7] Age., s. 71.
[8] Age., s. 73.
[9] Age., s. 75.
[10] Bkz. İsmail Durmuş, “İbnü’l-Mukaffa”, TDVİA, c. 21, s. 133.
[11]Cabirî, Arap-İslâm Aklının Oluşumu, s. 71.
[12]İbn Haldun, Mukaddime, c. 1, s. 95.
[13]İbnü’l-Mukaffa, İslâm Siyaset Üslubu, s. 105.
[14] Age., s. 106
[15] Horasan halkı (ehl-i Horasan), Abbasî devrimi sırasında ortaya çıkan, silah altındaki Arap ve Arap olmayan unsurları ifade eder. “Ehl-i Horasan terimi Emevî karşıtı politik bir guruba da işaret ettiğinden, kuruluş yıllarında Abbâsîlerin gözdesi olarak öne çıkmışlar, devrimden sonra Abbâsî devleti kurulurken de doğal olarak askeri ve idârî yapılanmada anahtar bir konum kazanmışlardır. Abbâsî halifeleri nezdinde de üst sınıf gibi saygı görmüşler ve pek çok askeri sefere komuta etmişlerdir. Başından itibaren Abbâsî halifeliğinin Horasanlılar ile bağları öyle kuvvetlidir ki, Abbâsî idaresindeki siyâsî olayların en önemli belirleyicileri olmuşlardır. Bu dönemde Ehl-i Horasan, Emevîleri temsil eden Ehl-i Şam'ın zıddı olarak Abbâsîlerin devrimci güçlerini ifade için kullanıldığından, bu Risalede Emevî-Abbâsî karşıtlığı Ehl-i Horasan ve Ehl-i Şam olarak sunulmuştur. Ayrıca İbnü’l-Mukaffâ’nınEmevîler devrinde daima ikinci sınıf olarak görülen mevâlînin halifeye bağlanması için Horasanlılardan sonra halifeye en yakın bölgenin Basra ve Kûfe şehirleri olduğunu söylemesi, bu iki bölgenin Emevîlere karşı sürekli muhalif duruşlarından ve Horasan'a tehcir edilen kabilelerin bu şehirlerden gönderildiğinden, aralarında akrabalıktan dolayı Horasanlılardan sonra en yakın yandaş olduklarından söz edilmesi dikkat çekicidir.” (Mustafa Demirci, agm., s. 132)
[16]İbnü’l-Mukaffa, age., s. 107.
[17] Age., s. 107.
[18] Age., s. 107.
[19] Mustafa Demirci, agm., s. 133-134.
[20] “Bu kimseler muhtemelen Hâricilerdir. Hariciler "Allah'ın hükmü" kavramını indirgemeci bir şekilde anlamışlar, “Hüküm ancak Allah’a aittir” sloganını istedikleri olaya tatbik etmişler, bu da iktidar ile ilişkilerinde bir keyfilik doğurduğundan bazı siyâsî tahrikçilerin dini istismar etmelerini kolaylaştırmıştır. Bundan dolayı Emevîlere karşı otuzdan fazla isyan gerçekleştirmişlerdir. Daha önce gerek Basra’da, gerekse diğer yerlerde bu durumun birçok örneğine şahit olan İbnü’l-Mukaffâ, ‘Allah’a isyan konusunda kula itaat yoktur sözü, insanları devlet başkanına itaatten çıkartmak için bir vesiledir’ demektedir.” (Mustafa Demirci, agm., s. 135-136).
[21] Bunlar da muhtemelen, İmametin Hz. Ali soyu ile sınırlı tutulmaması gerektiği, Beni Haşim’in hakkı olduğunu savunan, böylece Abbâsîlerin de İmametine meşruiyet kazandıran, Abbâsî devriminden sonra Ebu Müslim tarafından temsil edilen, Abbâsîlerin resmî doktrinine bütünüyle bağlı olan Keysâniler’dir. Ancak İbnü’l-Mukaffâ, dini, imama itaate indirgeyen bu görüşü, Kur’anî ilkelerin açıkça ihlaline götüreceği, helalleri haram yapacağı, ilahi değerlerden kopan böyle bir sistemin muhteris yöneticiler eliyle de ahlakî kokuşmaya yol açacağı, sonuçta devlet ile halk arasındaki meşruiyet zeminini zedeleyeceği gerekçesiyle en az birinciler kadar tehlikeli bulur” (Mustafa Demirci, agm., s. 136).
[22]İbnü’l-Mukaffa, age., s. 108.
[23] Age., s. 109.
[24] Age., s. 109.
[25] Mustafa Demirci, agm., s. 137
[26] Bkz. İbnü’l-Mukaffa, age., s. 112-113.
[27] “Sözlükte ‘şahsî görüş, düşünce ve kanaat’ manasına gelen re’y kelimesi fıkıh literatüründe ‘müctehidin, hakkında açık bir nas bulunmayan fıkhî bir konuda belli metotlar uygulayarak ulaştığı şahsî görüş’ anlamında kullanılır. Ehl-i re’y (ehlü’r-re’y) tabiri de ‘re’y taraftarı kimse veya kimseler’ demektir. Ancak bu tabir, sahabe döneminden itibaren Irak bölgesinde Kûfe merkezli olarak teşekküle başlayan ve Irak veya Kûfe ekolü olarak anılan fıkhî faaliyetin II. (VII.) yüzyıldan itibaren özel adı olmuş, fikrî ihtilâfların ve ekolleşmenin arttığı daha sonraki dönemlerde ise yeni yeni muhataplar ve anlamlar kazanarak devam etmiştir”. (M. Esad Kılıçer, “Ehl-i Re’y”, TDVİA, c. 10, s. 521)
[28] Bkz. Mustafa Demirci, agm., s. 141.
[29] Bkz. Antony Black, Siyasal İslam Düşüncesi Tarihi, s. 49.
[30] Bkz. age., s. 49.
[31]İbnü’l-Mukaffa, age., s. 113.
[32] Bkz. age., s. 114.
[33] Age., s. 114.
[34]Antony Black, age., s. 51.
[35]İbnü’l-Mukaffa, age., s. 118.
[36] Age., s. 119
[37]Cabirî, Arap-İslâm Aklının Oluşumu, s. 71.
[38]Antony Black, age.,s. 49.
[39] Bkz. İslâm Siyaset Üslubu, s. 18.
[40] Age., s. 53.
[41]Antony Black, age., s. 49.
[42] Bkz. Cabirî, İslâm’da Siyasal Akıl, s. 669–670.
[43] Age., s. 671.
[44] A. Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, s. 32.
[45] Bkz., age., s. 31, 33.
[46]Cabirî, Arap-İslâm Aklının Oluşumu, s. 71.