Bugun...
İSLÂM SİYASET DÜŞÜNCESİ ÜZERİNE YAZILAR – 6.İmam Ebû Yûsuf


Yüksel Kanar
 
 

facebook-paylas
Tarih: 16-07-2017 16:37

İmam Ebû Yûsuf

İmam Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Harac, çev. Ali Özek, Hisar Yayınevi, 1973.

Ebû Hanîfe’nin önde gelen talebesi, müctehid hukukçu ve ilk kadılkudât olan Ebû Yûsuf, H. 113 (M. 731) yılında Kûfe’de doğdu. Büyük dedesi Sa‘d b. Büceyr sahabeden olup henüz küçük yaşta bulunduğu için Uhud Gazvesi’ne katılmaktan alıkonulmuş, genç yaşta katıldığı Hendek Gazvesi’nde ise büyük yararlıklar göstermiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber’in onu çağırıp hem kendisi, hem de soyu için hayır duada bulunduğu rivayet edilir. Ebû Yûsuf bu hadiseyi övünçle hatırlar ve “O anın bereketi şu an bile bizimle beraberdir” dermiş. Sa‘d b. Büceyr daha sonra Kûfe şehrine yerleşti. Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde düşünce ve siyaset hayatında önemli roller üstlenmiş olan Kûfe aynı zamanda bir ilim merkezi haline geldi. Bu şehir bazı sahabe ve tabiilerin üstün gayretleriyle oluşan zengin bir ilmi miras ve geleneğe sahip bulunmaktaydı. Başta Ebû Hanîfe olmak üzere çeşitli âlimlerin de katkılarıyla Kûfe, Abbasiler döneminde gelişme göstermiş ve o bölgenin diğer ilim merkezlerinden Basra’yı bir hayli geride bırakmıştı. Ebû Yûsuf’un yetişmesinde şahsi kabiliyet ve arzusunun yanı sıra ilmî gelenek ve mirasa sahip böyle bir ortamda doğup büyümüş olmasının da önemli payı vardır.

Ebû Yûsuf çok çocuklu ve yoksul bir aileye mensuptu. Kaynaklar, çocukluk ve gençlik yıllarının büyük sıkıntılar içinde geçtiği, ailesi tarafından bir iş tutmaya zorlandığı, bütün bu olumsuzluklara rağmen tahsil hayatını sürdürdüğü konusunda ortak ifadelere sahiptir. Yine kaynakların belirttiğine göre Ebû Yûsuf, evlendikten sonra da ailesinin nafakasını temin etmek için zaman zaman Ebû Hanîfe’nin ders halkasından uzak kalmış, fakat hocası azmini ve zekâsını çok takdir ettiği bu öğrencisinin nafakasını üzerine alarak derslerine düzenli şekilde devam etmesini sağlamıştır.

Ebû Yûsuf Kûfe’de çok sayıda âlimden ders aldı. En önemli hocası Ebû Hanîfe olmakla birlikte İbn Ebû Leylâ, Ebû İshak eş-Şeybânî, Süleyman et-Temîmî, A‘meş, Hişâm b. Urve, Muhammed b. Yesâr, Hasan b. Dînâr ve İsmâil b. Ümeyye gibi âlimlerin de onun yetişmesinde önemli payları vardır. Hadis ilminde en büyük hocası ise Husayn b. Abdurrahman’dır.

Ebû Yûsuf, devrinin ilmî geleneğine uyarak belli temel dersleri aldıktan ve özellikle hadis tahsil ettikten sonra fıkıh öğrenimine yöneldi; bu amaçla İbn Ebû Leylâ’nın derslerine devam etmeye başladı. Dokuz yıl boyunca ondan yargılama hukuku (kazâ) ve fıkıh okudu, ardından Ebû Hanîfe’nin ders halkasına katıldı. Hocasının vefatına kadar yaklaşık on yedi yıl onun derslerine devam eden Ebû Yûsuf, bu süre içinde Kûfe’ye gelen İbn İshak’tan bir ay kadar megazî dersi alması gibi kısa süreli bazı kesintiler dışında Ebû Hanîfe’nin derslerine hiç ara vermemiştir. Bu sırada hadis öğrenimini de ihmal etmemiş, fırsat buldukça hadis meclislerine devam ederek buralarda dinlediği hadisleri Ebû Hanîfe’nin ders halkasında müzakereye açmış, bu sayede hadisçilerin görüş ve temayüllerinin de tartışılıp değerlendirilmesine imkân hazırlamıştır. Bu meclislerde birçok hadis üstadı yanında Haccâc b. Ertât ile de tanışan Ebû Yûsuf’un kuvvetli bir hâfızaya sahip olması sebebiyle hadisçiler tarafından da takdirle karşılandığı, fıkıh ilminde olduğu gibi hadis ilminde de derinleştiği ve Ehl-i Re’y içinde hadisi alınabilen en güvenilir kişi olarak tanındığı belirtilir.

Geçim sıkıntısı sebebiyle Abbasi Halifesi Mehdi Billah zamanında (775-785) ailesiyle birlikte Bağdat’a yerleşti. Burada halife ile tanıştı ve bazı kaynaklarda kaydedildiğine göre 166 (782) yılında kadılık görevine getirildi. Daha sonra Cürcan’a vali tayin edilen veliaht Mûsâ el-Hâdî ile oraya giden Ebû Yûsuf’un yerine oğlu Yûsuf kadı olarak tayin edilmiş, bu süre içinde aralarında birçok kazâî yazışmalar olmuştur. Mehdî’nin vefatı üzerine halife olarak Bağdat’a gelen Hâdî ile birlikte Ebû Yûsuf da Bağdat’a döndü ve kadılık görevine devam etti. Halife Harun Reşid de onu görevinde bırakmış ve ilk defa onun zamanında (786-809) “kadılkudât”lık kurumu oluşturularak yargılama hukukunda ve uygulamada birliğin sağlanması yönünde önemli bir adım atılmış, Ebû Yûsuf da İslâm yargı tarihinin ilk kadılkudâtı unvanını almıştır. Hatta Abbasi hilâfetine bağlı bütün bölgelerdeki kadıları tayin ve azletme yetkisine sahip olduğu için “kâdî kudâti’d-dünyâ” diye anılmıştır. Hayatının sonuna kadar bu görevde kalan Ebû Yûsuf, yakın arkadaşı Bişr b. Velid el-Kindî’nin kaydettiğine göre 5 Rebîülevvel 182 (26 Nisan 798) tarihinde altmış dokuz yaşında Bağdat’ta vefat etti. Cenaze namazını bizzat kıldıran Harun Reşid, namazdan sonra cenazenin önünde yürümüş ve onu kendi aile kabristanına defnettirmiştir. Kabri Bağdat’ın Kâzımiye bölgesinde, Kâzımeyn Türbesi’ne bitişik olan ve kendi adıyla anılan caminin yanındadır.[1]


Kitâbü’l-Harâc

Ebû Yûsuf, Harun Reşid’e tavsiyelerini içeren Kitâbü’l-Harac’ın yazılma nedenini şu şekilde anlatıyor:

Emirü’l-Mü’minin, Allah muini olsun, benden haraç, öşür, sadaka (zekât) ve cizyelerin toplanması gibi meselelerle birlikte bu konuda daima müracaata esas ve tatbik edilmesi gerekli olan diğer hususları bir araya getiren bir kitap telif etmemi istedi.

O, bununla şüphesiz hâkimiyeti altında bulunan reâyâdan zulmü kaldırmayı, halkın işlerini düzeltmeyi irade etmiştir. Allah Emirü’l-mü’minini işlerinde muvaffak kılsın. İsabetli görüş ve düşünceyi kendisine refik etsin. Oldukça mesuliyetli olan şu halifelik makamında yardımcısı olsun. Kendisini korktuklarından ve çekindiklerinden selâmete erdirsin.

Tatbik etmek arzusuyla bana sorduğu hususları izah, şerh ve tefsir etmemi istedi. Ben de onları izah, şerh ve tefsir ettim.[2]

Kitabın yazılış amacını bu şekilde açıkladıktan sonra, halifelik görevinin büyüklüğünü, ancak bir o kadar da sorumluluğu bulunduğunu ifade ediyor: “Ey Mü’minlerin Emiri! Şükürler olsun Allah’a ki, sana büyük bir vazife verdi. O öyle bir vazife ki sevabı sevapların en büyüğü, cezası da cezaların en büyüğüdür. Allah seni bu ümmetin işlerine memur etti. Bu vazifenin başına geçtikten sonra artık sen, Allah’ın kendilerine çoban tayin edip idarelerini sana emanet ettiği ve o güdülenler sebebiyle imtihana çektiği ve seni kendilerine hâkim tâyin ettiği pek çok insanlar için binalar yaparak, tesisler kurarak, adaleti icra ederek gece ve gündüzlerini tüketmeye başladın. Bina, adalet ve doğruluk harcından mahrum temeller üzerine kurulduğu vakit, Allah o binanın temellerini bozar, yapanların ve yapılmasına yardım edenlerin üzerine yıkar. Bu sebeple bu ümmetin ve reâyânın işlerinden Allah’ın sana tevdi ettiği vazifeleri ihmal edip hakların zayi olmasına sebep olma! Çünkü Allah’ın izniyle kuvvet, faaliyet göstermekte (doğru ve âdil iş yapmakta)dır.”[3]

İşleri sadece yapmak yeterli değildir; onları geciktirmeden yapmak önemlidir. Ayrıca yapılan işler sorumluluk duygusuyla yapılmalı, adalet yolundan ayrılmamalıdır: “Bugünün işini yarına bırakma, aksi halde işleri ve hakları zayi etmiş olursun. Ecel, emelin önündedir. Ecele iş ve amel ile koş. Çünkü ecel geldikten sonra artık iş ve amel yoktur. Şüphesiz, çobanların efendilerine hesap verdikleri gibi, yöneticiler de Rablerine hesap verirler. O halde günün bir saatinde de olsa Allah’ın sana yüklediği vazifelerde hakkı sahibine ver, adaleti icra et. Zira kıyamet günü Allah katında en mes’ud çoban (idareci), idare ettiklerini en fazla mes’ud eden çobandır. Binaenaleyh sen kendin hak yolundan ayrılma, aksi halde güttüğün (yönettiğin) kimseler doğruluktan ayrılırlar. Hevâ ile (nefse tabi olarak) emir vermek ve öfke ile iş yapmaktan sakın. Biri âhireti, diğeri dünyayı ilgilendiren iki işle meşgul olduğun vakit, âhiret işini dünya işine tercih et. Çünkü âhiret bâki, dünya ise fânidir. Allah korkusuyla daima tetikte ol. Yakın veya uzak insanlara Allah’ın emirlerinde eşit muamele et. Allah yolunda ve adaleti tatbikte hiçbir kötüleyicinin kötülemesinden asla korkma.”[4] 

Devletin başında bulunan bir kimsenin en başta gelen özelliği, Allah korkusudur. Çünkü her şey, sonunda Allah’a dönecektir. İşlerini Allah’a sığınarak yapan kimseyi Allah korur: “Daima temkinli ve korkulu ol; zira temkinli olmak dil ile değil kalb iledir. Azabından korkarak ve rahmetinden ümitvar olarak Allah’a sığın, çünkü sığınmak ve korunmak korku ve ümit iledir. Kim Allah’a sığınırsa Allah onu korur. Daima iyi bir âkıbet, gidilen doğru bir yol, hakka ulaştıracak sağlam bir gidiş, zayi olmayacak bir iş, herkesin vardığı bir kaynak ve menba için çalış. Zira, eninde ve sonunda varılacak yer öylesine hak bir varış yeri, o kadar korkunç bir duraktır ki orada yürekler hoplar, bütün hüccetler, ceberutu ile insanları idaresinde tutan sultanın izzet ve celâli önünde değerini kaybeder. O günde bütün mahlûkat Allah’ın huzurunda zillet ve meskenet içinde dururlar, O’nun hükmünü beklerler ve azabından korkarlar.”[5]

Ebû Yûsuf, devlet başkanının kendi zevk ve arzuları doğrultusunda hareket edemeyeceğini belirterek koruması gerekli sınırlar bulunduğunu ve bunlara riayet etmesi gerektiğini ifade etmektedir: “Ey Mü’minlerin Emiri! Sana Allah’ın korumanı istediği şeyleri korumanı, bakıp gözetmeni istediklerini gözetmeni ve bu vazifeleri Allah rızası için yapmanı tavsiye ederim.”[6] Şüphesiz bir yöneticinin gözetmesi gerekenlerin başında reâyâ gelmektedir. Gözetilmeyen reâyâ telef olur, bunun sorumluluğu ise çok ağırdır: “Şüphesiz Allah’ın, idaresini sana verdiği kimseler hakkında yaptıkların senin lehine, telefine sebep oldukların da senin aleyhine olarak tesbit edilir. Allah’ın, idaresini sana emanet ettiği kimselerin işlerini unutmazsan, sen de unutulmazsın. Onların ve onlara faydalı şeylerden gafil olmazsan, sen de aldatılmazsın.”[7]

İdarecinin yolunu aydınlatacak ışık, Allah’ın koyduğu hadleri uygulamak, araştırmaya ve açık delillere dayanmak suretiyle hakkı sahibine vermektir. Zulüm ise büyük bir felâkettir: “İdarecinin zulmetmesi; idare edilenler için bir felâket, itimat ve güvenden yoksun kimselerle yardımlaşıp millet idaresinde onlara dayanması ise bütün halk için bir helâktir.”[8] 

Görüldüğü gibi, bir hukukçu olarak Ebû Yûsuf’un üzerinde ısrarla durduğu konu hadlere, yani Allah tarafından konulan sınırlara riayet etmektir. Zaten Kitâbü’l-Harâc’ın yazılma nedeni de Harun Reşid’in sorduğu konularda hadlerin belirlenmesidir. Bu çerçevede birinci bölümde ganimetin tarifi, taksimi ve humusla ilgili hükümler ele alınmakta, ikinci bölümde toprak ürünlerinden alınan vergi olan haraç ve fey konusu açıklanmaktadır. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde Sevâd, Şam, Cezîre (Yukarı Mezopotamya), Arabistan yarımadası, Basra ve Horasan topraklarının fetih şekli, statüsü, buralardaki iktâ ve ihyâü’l-mevât uygulamaları vergi hukukuyla bağlantılı olarak değerlendirilmektedir. “Haraç ve öşürle ilgili teferruatın iç içe geçtiği çeşitli bölümlerden sonra sadakalarla (zekât) ilgili bölüm gelmektedir. Bunların ardından ilk bakışta birbiriyle ve kitabın muhtevasıyla alâkasız gibi görünen, ancak önceki bölümlerin hepsinin topraklarla bağlantısı bulunduğu düşünüldüğünde mukabil bir genel başlık olarak anlam kazanan sulara (müsâkât akdi, şirb hakkı, suların ve bazı su ürünlerinin satımı, kiralanması ve bu bağlamda otlaklarla çayırlara) dair meselelerin hükümleri ele alınmaktadır. Zira tarım arazilerine ulaşan suların kaynağı, toprakların sulanabilirliği ve su ürünlerinin cinsi vergilendirmeyle ilişkilidir. Ardından vergi tahsil politikalarıyla ilgili uzunca bir bölüm gelmektedir. Eser, cizye ve gümrük vergileriyle bağlantılı olarak bunları ödemekle mükellef zimmî ve harbîlerin hukukî statüleri çerçevesinde zimmîler, vatandaşlık, devletler ve kamu haklarına tecavüz suçları kapsamında ceza hukukuna ilişkin meseleleri irdeleyen bölümlerle sona ermektedir. Ayrıca son bölümlerin arasına vergilerin toplanması ve kamu düzeninin sağlanmasından sorumlu olan tahsildarlar ve kadıların maaşlarının kaynağıyla ilgili bir bölüm sıkıştırılmıştır.”[9]

Esas olarak “eserin bütünü dar anlamda toprak ve vergi hukukuna, geniş anlamda ise kamu maliyesine ilişkindir. Ancak bu kapsamın dışına taşan hükümler göz önüne alındığında devlet idaresini amaç” edinmektedir.[10]

Ebû Yûsuf Halife’ye, hiçbir araziyi mültezimlik[11] usulüyle satmamasını tavsiye etmektedir. “Çünkü, eğer mültezimin, iltizam menşurunda haraçtan hasıl olacak miktardan fazla miktar varsa, haraç mükelleflerine zulmetmiş, onlara vacip olmayan vergi yükünü yüklemiş olur. Böylece mültezim içine girdiği durumdan kurtulmak için mükelleflere haksızlık eder ve onları taşımaktan aciz kalacakları vergi yükünü taşımaya zorlar. İşte bu ve benzeri hareket tarzı, memleketlerin harab, halkın helâk olması demektir. Mültezim, daima mültezimlik işinin uygun gitmesini düşüneceğinden, halkın sıkıntıya düşüp helâk olmasına aldırmaz.”[12] Mültezimlik, giderek zorbalığa neden olabilir ve mültezimin antlaşmadan daha fazlasını tahsil etmek istemesi ihtimali daima vardır. Halkın gücü üzerinde vergiye muhatap olması, onları şiddetli baskı, helâk edici dayak, güneş altında zorla çalıştırmak, boyunlarına taş başlamak gibi haksız tasarruflarla mümkün olacaktır. “Haraç mükelleflerine, ödemeye mecbur olmadıkları vergi yükü yüklemek, Allah’ın yasak ettiği kötülüklerdendir. Allah Taalâ onlardan ancak kolaylıkla ödeyebildikleri miktarın alınmasını emretmiştir. Onlara, tâkatlarının dışında yükler yüklemek helâl değildir. Mültezimlik usulünü çirkin bir iş sayarım, çünkü ben de mültezimlerin, haraç mükelleflerine, ödemekle mükellef bulunmadıkları vergiler yüklediklerinden ve halka, sana anlattığım şekilde muamele yapmadıklarından emin değilim.”[13]

Bunun bir adalet sorunu olduğunu, böyle bir haksızlığın adalete aykırılığını, bu tür davranışların bozguna ve vergi hasılatının düşmesine neden olacağını söyleyen Ebû Yûsuf, fesat ve haksızlık üzerine yürüyen hiçbir şeyin aslâ devam edemeyeceğini belirtmekte, adalet ve doğruluk (salâh) üzere yürüyen hiçbir şeyin azalmayacağına dikkat çekmektedir. Vergi mükelleflerine ağır vergiler yüklemek ise, en büyük zulüm ve haksızlıktır.[14] Halife’ye, bunun önüne geçmek için yaptığı tavsiye ise şudur: “Vazifeye tayinden sonra mültezim veya âmile, halka iyi muamele etmelerini, hiçbir şekil ve surette zulüm ve haksızlık etmemelerini tavsiye edersin. Bu tavsiyeleri tutmadıkları takdirde şiddetle cezalandıracağını kati olarak ifade edersin. Buna rağmen onlardan bir kötülük doğarsa, verdiğin sözü tut, korkuttuğun gibi onları ağır bir şekilde cezalandır ki, başkaları için de ibret olsun.”[15]

Vergi konusundaki yolsuzluklara bizzat tanık olduğunu da belirten Ebû Yûsuf, vergi toplamak için görevlendirilen memurların çoğunun ehil olmayanlardan seçildiğini söylüyor: “Ben görüyorum ki, haraç vergisini toplamaya memur edilenlerin çoğu ihtiyatla hareket etmiyorlar. Zira vergi memuru olmak isteyenler, vali ve emirlerin kapısına gelip vazife almakta ısrar edince ve günlerce orada kalınca, valiler onları müslümanların idaresine ve haraç vergilerinin toplanması işine tayin ediyorlar. Halbuki, onları tayin eden valiler, onların bu vazifelere ehil kimseler, doğru ve müstakim şahıslar olup olmadıkları hakkında bilgileri olmadan, muhtemelen bu hususları araştırmadan tayin ediyorlar. Bu itibarla vergi işlerine tayin edilecek kimseler hakkında, mahkeme ve kaza işlerine tayin edilenlerde olduğu gibi ihtiyatlı davranmak, onların mezhep ve meşreplerini soruşturmak, seyrü sülukları hakkında bilgi edinmek mutlak surette lâzımdır.”[16]

Tayin edilen vali ve memurlar konusu büyük dikkat isteyen konulardandır: “Memur ve vali tayin ettiğin kimselere, idaresine verilenlere karşı zalim olmamaları, hakaret etmemeleri, halkı küçümsememeleri için emir ve tavsiyelerde bulun. Lakin onlar, şiddet ve sertlikle karışık yumuşak (tatlı sert) bir davranışa sahip olsunlar, halka haksızlık etmesinler, halkı mükellef olmadıkları işlere koşmasınlar. Müslümana karşı yumuşak, zalim ve ahlâksıza karşı sert davransınlar. Zımmilere adaletle muamele etsinler, mazluma insaflı davransınlar, haksız ve mütecavizlere karşı sert olsunlar, daima halka af ile muamele etsinler.”[17]

Vali tayin edilen kimselerin yanına, Halife adına tavsiyelerde bulunmak üzere divan mensubu askerlerden seçilmiş kimseler gönderilmesi tavsiyesinde bulunan Ebû Yûsuf, bunların Halife adına valinin halka zulmünü engellemekle görevlendirilmesini istemektedir. Bu kişiler maaşlarını aylık olarak divandan almalı, toplanan vergiden bir kuruş bile almalarına izin verilmemelidir.[18] Müfettişler dindar, güvenilir, Allah’a bağlı, âlim ve iffetli kişilerden seçilmeli, “âmillerin, valilerin davranışları, bulundukları memlekette yaptıkları işler, vergileri nasıl topladıkları, vergi menşurlarındaki şartlara riayet edip etmedikleri, vazifelerini ne şekilde yaptıkları hakkında soruşturma yaptırılmalıdır. Yaptırdığın teftiş sonunda eğer onların kötü tutum ve fiilleri sabit olursa o zaman müfettişlere emir verirsin, onların halktan aldıkları mallara, haksız iktisaplara el koyarlar. Onları sert bir şekilde sigaya çekerler. Başkalarına ibret olacak şekilde şiddetli cezalar tatbik ederler, ki halkın elinden zorla aldıklarını geri versinler, verilen emir ve vazifeleri bir daha tecavüz etmesinler. Çünkü haraç valisinin yaptığı zulüm ve haksızlıkların topyekûn halife tarafından emredildiği sanılır, halbuki halife öyle emretmemiştir.”[19] Kötülüklerin bir daha yapılmaması için, haksızlık yapanların bir tanesini esaslı bir şekilde cezalandırmak bile yeterlidir. Böylece diğerleri de korkar, kötü davranışlarına son verirler. “Eğer sen, vali ve âmillerinden birisinin kötü fiillerine, ahlâksızlığına, halka yaptığı zulüm ve haksızlığa, sana karşı hainliğine, vergi hırsızlığına şahit olur da bunlara rağmen onu vazifesinde tutar, işlerinde kullanırsan, bu tasarruf sana haramdır. Bu sefer sen kendine kötülük etmiş olursun. Hayır! Hiç beklemeden ve korkmadan kötüleri cezalandır. Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü o kabul olunur.”[20]

Sık sık kendi gözlemlerinden ve soruşturmalarından ya da kendisine anlatılanlardan yola çıkan Ebû Yûsuf, bu türden bir başka olayı da şöyle anlatmaktadır: “Bana gelen haberlere göre, vali ve âmillerin beraberlerinde bir topluluk varmış. Bunların bir kısmı kendi akraba ve yakınlarından, bir kısmı da sevgi besledikleri arkadaşlarından imiş. Hiçbiri salih ve dürüst kişilerden değilmiş. Vali veya âmil onlara dayanıyor, kendi işlerini onlara gördürüyormuş. Onlar da gittikleri memleketlerde zimmetleri çiğniyorlar, korumakla mükellef bulundukları hakları korumuyorlar, muamelelerinde hiç kimseye insaflı davranmıyorlarmış. Onların yaptıkları işler, varsa veya bulunursa haraçları toplamak veya halkın özel mallarını almaktan ibaretmiş. Sonra yine bana gelen haberlere göre; onlar aldıkları malları zulüm, tecavüz ve haksızlık ederek alıyorlarmış. Yine vali ve maiyeti devamlı olarak köylere giderlermiş. Bir köye vardıkları vakit, orada kaldıkları sürece köy halkından gerekmeyen yiyecek vesaire alıyorlarmış. Tabiatıyla köylüler de üzerlerine vazife olmayan bu işleri zor kullanılmadan yapmıyorlarmış. Bunun üzerine vali köylülerin mallarını zorla alıp götürüyormuş. Sonra vali, beraberinde taşıdığı kimselerden birisini, haraç mükelleflerinden bir adama gönderir, ondan vergileri tahsil etmesini istermiş. (…) Gönderdiği adama, vergiden başka olarak, şu kadar para ve şu kadar da mal al, dermiş. Yine bana gelen haberlere göre vali, mükelleften vergi olarak alınması gerekli olan miktardan çok daha fazlasını istermiş…”[21] 

Daha bunlar gibi birçok olay, içinde bulunan günahlar yanında, “sadece haraç ehline (vergi mükellefine) reva görülen zulüm ve haksızlıktan ibaret kalmaz, aynı zamanda vergi hasılatı için de bir noksanlıktır. Valilere bu tür kötülüklere son vermelerini emret. Bir daha bu çeşit davranışlara tevessül etmesinler.”[22]

Adaletli olmak, mazluma insaf etmek, zulümden kaçınmak gibi davranışlar, ecir ve sevabının yanında, vergi gelirinin artmasına, ülkenin imarına vesile olur. “Bereket ve feyz ancak adaletle beraber bulunur, zulüm ile yok olur. Zulüm ve haksızlıkla alınan haraç azalır ve memleketi harap eder, batırır.”[23]

Zulmün önlenmesi ve adaletin sağlanması için mezalim meclisleri kurulmasını öneren Ebû Yûsuf Halife’ye: “Muhtemeldir ki, bu işler şehir ve kasabalarda normal yoluna girinceye kadar zâtıâlinizin birkaç defa mezalim meclisine huzuruyla şeref vermesi kâfi gelecektir. Böylece zalimler, zulümleriyle senin huzuruna çıkmaktan korkarlar, bir daha zulüm yapmaya cüret edemezler. Zayıf kimseler de senin bu meclislerde bulunman, işlerine muttali olman sebebiyle ümitlenir, kalbi kuvvet bulur, senin hakkındaki hayır duası çoğalır.”[24]


İmam Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Harac, çev. Ali Özek, Hisar Yayınevi, 1973.


[1] Salim Öğüt, “Ebû Yûsuf”, TDVİA, c. 10, s. 260 vd.

[2] Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Harac, s. 27.

[3] Age., s. 27-28.

[4] Age., s. 28.

[5] Age., s. 28.

[6] Age., s. 30.

[7] Age., s. 30.

[8] Age., s. 31.

[9] Cengiz Kallek, “Kitâbü’l-Harâc”, TDVİA, c. 26, s. 102.

[10] Bkz. agm., s. 102.

[11] Mültezim, “iltizam” işini yapan kişi demektir. İltizam ise, özel bir şahsın devlete ait herhangi bir vergi gelirini toplamayı belirli bir yıllık bedel karşılığında üstlenmesi demektir. Bu uygulamaya “mültezimlik” adı verilir.

[12] Ebû Yûsuf, age., s. 175.

[13] Age., s. 175-176.

[14] Bkz. age., s. 176.

[15] Age., s. 176-177.

[16] Age., s. 177.

[17] Age., s. 178.

[18] Age., s. 178.

[19] Age., s. 183.

[20] Age., s. 183.

[21] Age., s. 178-179.

[22] Age., s. 179.

[23] Age., s. 184.

[24] Age., s. 184.



Bu yazı 6324 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
Henüz anket oluşturulmamış.
YUKARI