“Allah, dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nail olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar” (Bakara: 269). Hikmet kelimesinin kökü olan “hüküm”, sahibini yanılmak ve sapmaktan koruduğu için bu ismi almıştır. Atın ağzına vurulan ve onun yanlış yola girmesini engelleyen geme de –bu sebeple- “hakeme” denilmiştir. İslâm düşüncesinde hikmet, başka milletlerde daha önceden doğan ve gelişen felsefenin de intikal ve etkisiyle “insanın gücünün yettiği kadarıyla eşyayı, varlıkta mahiyeti ne ise o olarak bilmeyi, bu manada gerçeğin bilgisine ulaşmayı hedefleyen bir bilgi” şeklinde tanımlanıp nazari (teorik) ve ameli (pratik) gibi kısımlara ayrılmıştır. –Cürcanî, et-Ta’rifât, “hikmet” mad.) Ancak Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu çevrede hikmet’in bu mana-da kullanılmadığı, bu manada bir hikmetten söz edilmediği bilinmektedir. Araplar hikmet kelimesini “içinde nefsi uyaran, iyiliği tavsiye eden, saadet ve bedbahtlıkla ilgili tecrübeleri aktaran, edep ve ahlâkın özünü yansıtan sözler” anlamında kullanırlardı. Kur’an-ı Kerim de bu kelimeyi “insanları eğitip olgunlaştıran, nefisleri ıslah eden peygamberlik, hidayet ve irşad” manalarında kullanmıştır. Hikmet, ilk asırlarda yaşayan müfessirlerden İbn Abbas’a göre Kur’an bilgisi, Süddî’ye göre peygamberlik, Katâde’ye göre Kur’an’la ilgili doğru anlayış (fıkıh), Mücahid’e göre sözde ve davranışta doğruyu yakalamak, daha başkalarına göre din üzerinde düşünmek, akıl yürütmek, ilâhî emir üzerinde düşünmek ve ona uymak, Allah’tan korkmaktır. Ragıb el-Isfahânî’nin Kur’an lügati olarak yazdığı el-Müfredat’ında verdiği bilgiye göre genel manası, “bilginin gerçeğe uygun olması ve aklın gerçeği yakalaması” demektir. Razi ise hikmeti “İlâhî ahlâkla ahlâklanmak” şeklinde açıklamıştır. Hikmet’in Allah’a mahsus olanı “Varlıkları (eşya) bilmek ve kusursuz olarak yaratmak”, insana ait olanı ise “yaratılmışları bilmek ve iyi şeyler yapmak” şeklinde tanımlanır. Allah Teâlâ “Lokman’a hikmeti verdik” (Lokman: 12) buyururken işte bu ikinci manadaki hikmeti kastetmiştir. Nitekim yine Bakara suresinin 251. ayetinde “Allah Davud’a mülk (hükümranlık) ve hikmet verdi, ona dilediği şeyleri öğretti” buyuruluyor ki, burada ona verilen “mülk”, maddî ve dünyevî gücü, “hikmet” de peygamberliği ve bu sayede mazhar olduğu zengin bilgileri, yani manevî ve zihinsel gücü ifade eder. Fahreddin Razî ve Kadı Beyzâvî gibi felsefi birikimi olan müfessirler ilgili ayeti yorumlarken “hikmet”i, “nazari (teorik) bilgileri ve elden geldiğince iyi işler yapma alışkanlığını kazanmak suretiyle ulaşılan ruhî olgunluk” şeklinde açıklamışlardır.
Nahl suresinin 125. ayetinde geçen “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır” buyruğunda geçen “hikmet”, tebliğ ve irşad çalışmalarının temel yöntemi olarak gösterilmiştir. Bütün Kur’an yorumcuları buradaki “hikmet” kavramının, “kesin kanıtlara dayalı, muhatabı tam olarak ikna edecek ve kötü niyetli tartışmalara son verecek kesinlikte doğru ve sağlam bilgi” an-lamında kullanıldığını belirtirler. Nahl suresindeki bu ayette, çağrının muhatabı belirtilmeden mutlak bir ifade kullanılması, burada genel olarak davet ve tartışma konusunda bir yöntem bilgisinin verildiğini açıkça göstermektedir. Başka bir ifadeyle ayet, farklı seviyelerdeki insanlara yönelik olarak özelde İslâm davetinin, genelde ilmî ve fikrî tartışmaların, eğitim ve öğretimin başlıca yöntemlerini özetlemektedir. Başta İbn Rüşd olmak üzere genellikle müteahhir (sonraki) dönem İslâm bilginleri, düşünürleri ve müfessirlerine (Kur’an yorumcularına) göre bu ayetteki hikmet, klasik mantıktaki burhan’a (açık ne sağlam delil), öğüt de hitabete ve cedele (tartışma) tekabül eder.
Fahreddin Razi bu ayetle ilgili olarak şu bilgileri veriyor: Herhangi bir görüş ve inanca davet, sağlam delile (hüccet) da-yanmalıdır. Bütün deliller genellikle üç başlık altında toplanır: 1- Tartışmasız doğru bilgi ve inanç sağlayan kesin delil. Ayette-ki “hikmet”le kastedilen bu delildir. Bütün bilgi derecelerinin en yükseği budur. 2- Kesin bilgiye değil, zannî işaretlere ve ikna gücüne dayalı deliller. “Güzel öğüt”le de bu kastedilmiştir. 3- Bir gerçeği kanıtlamaktan çok, rakibi susturup tartışmadan çekilmesini sağlayan deliller. Şu halde hikmet, dinî olan ve ol-mayan bütün yararlı bilgileri içine alan bir kavramdır. Bu yüzdendir ki: “Allah, dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse, o kimse birçok hayra nail olmuş demektir” (Bakara: 269) buyurulduk-tan sonra hemen ardından gelen “Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar” cümlesiyle bu kavrayışa sahip olanların kavuştukları nimet ifade edilmektedir. İşte bu yüzden Resûlullah (sav), hem kendisi, hem de bazı sahabiler için Allah’tan hikmet dileğinde bulunmuş; “bayağı kimselere hikmetten söz etme” anlamındaki uyarısıyla da, hikmete ancak fıtratı bozulmamış, ahlâkı temiz kişilerin lâyık olduğuna işaret buyur-muşlardır.
Yukarıda değindiğimiz Lokman suresi 12. ayetinde “Lok-man’a hikmeti verdik” ifadesinden sonra, ona bundan dolayı Al-lah’a şükretmesi ve O’na şükredenin kendi iyiliği için şükretmiş olacağı belirtiliyor. Ardından da kendisine “hikmet” verilerek büyük nimete kavuşturulan Lokman’ın oğluna verdiği bazı öğütleri sıralanıyor. Bunların başında, “Allah’a ortak koşma, çün-kü O’na ortak koşmak kesinlikle büyük bir haksızlıktır” (Lokman: 31/13) öğüdü geliyor. Şu halde “hikmet”in başı Tevhid, yani Allah’a ortak koşmamak, O’nu birlemektir. Nitekim hadis-i şerifte de “hikmetin başı Allah korkusudur” buyurulmuştur. Kur’an yorumcuları Lokman’a verildiği bildirilen hikmet kelimesinin anlamını, “din konusunda derin bilgi, sahih inanç, akıl, yerinde ve doğru konuşma, isabetli görüş ve davranış” olarak açıklamışlardır. Öyleyse hikmet, hem doğru bilgi, inanç ve düşünceyi, hem de bu zihni birikimin mümkün olan en mükemmel şekilde hayata geçirilmesini ifade eder. Bilgi birikimine sahip olduğu halde, onu doğru, yerinde ve gerektiği şekilde değil de, yanlış, yersiz ve zararlı amaçlar için kullanan insan âlim olabilir; ama hakîm (hikmet sahibi) olamaz. Çünkü hikmet kavramı, bilgiyi doğru bir şekilde elde etme anlamına ek olarak “bilgiyi yerli yerinde kullanma” anlamını de içinde barındırır. Öyleyse teori ve pratik bir araya gelmezse, yani bilinen şey uygulamaya geçirilmezse, hikmet niteliği kazanamaz. Bu hikmetsiz davranış Allahü Teala tarafından, “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz” (Saf: 61/2) şeklinde önemli bir uyarıyla kınanmaktadır.
Lokman’a hikmet verildiğini belirten ayet içinde şükrün emredilmesi, bilginin şükrü gerektiren bir nimet olduğunu gösteriyor. Öyleyse, bilgisini doğru ve gerektirdiği şekilde kullanma-yan bir kimse, bilginin şükrünü yerine getirmiyor demektir. Bilgisini gerektiği gibi yerli yerinde kullanan insan ise şükür görevini yerine getirmiş, bunun faydasını da görmüştür. Lokman’a verilen hikmetin çerçevesi çizilirken tevhit inancının en başta anılması, bunun şükrün ilk şartı olması dolayısıyladır. Bu nedenle Lokman, kendisine verilen hikmet dolayısıyla Allah’ın birliğine inandığı gibi, oğluna da şirkten uzak durmasını öğütlemiştir. Şirkin uzak durulacak kötü bir davranış olmasının ne-deni de, onun çok büyük bir haksızlık olmasına dayandırılıyor. İşte bu da hikmete dayalı bir görüştür.
Burada “haksızlık” olarak anlam verilen “zulüm”; “her şeyi yerli yerince yapmak, herkese hakkını vermek” anlamındaki “adalet”in zıddıdır. Bu yüzden Allah’a şirk koşmak zulümlerin en büyüğü ve en ağırıdır. Allah’a ortak koşan kimse, Allah’a ait ve sadece ona özgü ve onun hakkı olan tanrılığı başkalarına yakıştırmış olmakla adaletten sapmış, zulüm (haksızlık) yoluna girmiş olmaktadır. Hikmet insanlara, bu tür haksızlıklara düş-memeleri ve onlardan uzak durmaları için verilmiştir. Bakara suresinin 231. ayetinde de “Allah’ın ayetlerini sakın alaya almayın. Allah’ın size bahşettiği nimetleri, kitaptan ve hikmetten size öğüt vermek üzere gönderdiklerini dilinizden düşürmeyin” buyurularak “ki-tap” yani Kur’an-ı Kerim ve “hikmet”in insana verilen iki büyük nimet olduğu belirtilmiştir. Bazı Kur’an yorumcuları bu ayette geçen “hikmet”in “sünnet” olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Resulullah’ın (sav) ümmete örnek olan ve Kur’an’ı açık-lamaya yönelik bulunan sünneti de, ya vahiy yoluyla bildirilmiş veya Allah tarafından onaylanmış hikmettir.
İbrahim aleyhisselâm, oğlu İsmail aleyhisselâmla birlikte Kâbe’yi inşa etmeye başlarken, Allah’ın ilhamıyla burada bir şehir oluşacağını bildiği için şöyle bir duada bulunuyordu: “Rabbim! Burayı güvenli bir şehir yap, halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları da çeşitli ürünlerle rızıklandır” (Bakara: 2/126). Bu dua, oluşacak şehrin yani Mekke’nin düşman saldırısı veya doğal afetlere karşı korunması, orada yaşayan insanların geçimlerini güzel bir şekilde sağlamaları içindi. Ancak elbette dua bu maddi şartların sağlanmasını istemekten ibaret olamazdı. Arkasından şu dua geliyor: “Ey Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan et; soyumuzdan da sana teslim olacak bir ümmet çıkar. Bize ibadet usullerimizi göster, tövbemizi kabul et. Şüphesiz tövbeleri kabul eden, merhameti bol olan yalnız sensin. Soyumuz içinden, onlara senin âyetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi çıkar rabbimiz. Çünkü yalnız sensin kudret ve hikmet sahibi (Bakara: 2/128-129). Ayetlerde belirtildiği üzere İbrahim aleyhisselâm Kâbe’yi inşa etmekle, oğlu İsmail aleyhisselamla birlikte işlemiş oldukları hayrın kabul edilmesini diledikten sonra, kendisi ve oğlu İsmail’le soylarından gelecek ümmetin Allah’a teslim olup itaat eden halis kullar olmaları isteğinde bulunuyor. Nitekim duanın son kısmında, kudret sahibi Yüce Allah’tan, kendi soyundan bir elçi göndermesi isteği gelmektedir ki, bu elçi insanlara Allah’ın ayetlerini okuyacak, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek ve onları temizleyecektir.
Açıkça görülüyor ki, burada Hz. Muhammed’in elçiliği kastedilmiştir. Çünkü Hz. İbrahim’in yaptığı “kendi içlerinden (soyumuz içinden), onlara senin âyetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi çıkar rabbimiz” duasının karşılığı olarak “Nitekim aranızdan size bir peygamber gönderdik: o size ayetlerimizi okuyor, sizi arıtıp temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor; yine size daha önce bilmediklerinizi öğretiyor” (Bakara: 2/151) ayeti bunu açık bir şekilde gösteriyor. Yani, birbirini yorumlayan bu iki ayet Yüce Allah çağlar öncesinde Hz. İbrahim tarafından yapılan bir duanın karşılığını son peygamber Hz. Muhammed’i göndererek kabul ettiğini gösteriyor. Yine bu duanın kabulü olarak gerçekleştiği açık olan şu ayet de aynı gerçeğe işaret ediyor ve Allah’ın, önce “kitab”, sonra da hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunduğunu belirtiyor: “Onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur” (Al-i İmran: 3/164). Ayetler arasındaki bu açık bağlantı, Hz. İbrahim’in Yüce Allah’tan göndermesini dilediği elçinin Hz. Muhammed olduğunu bildiğini, daha doğrusu kendisine böyle bir peygamberin gönderileceği bilgisinin verildiğini gösteriyor. Nitekim hemen bütün müfessirlerce söz konusu edilen bir hadiste Peygamberimiz: “Ben atam İbrahim’in duası, İsa’nın müjdesiyim” buyurarak bu bilgiyi teyit etmiştir. Hadisteki “İbrahim’in duası”, işte Bakara suresinin bu 129. ayeti; “İsa’nın müjdesi” ise, Saf suresinin 6. ayetindeki şu ifadelerdir: “Meryem oğlu İsa da şöyle demişti: Ey İsrailoğulları! Bilin ki benden önceki Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra gelecek Ahmet isimli elçiyi müjdelemek üzere size Allah tarafından gönderilen elçiyim.” Şu halde Yüce Allah, çağlar öncesin, sevgili kulu (halilullah) ve elçisi Hz. İbrahim’in yaptığı duasını aynen kabul ederek, günü geldiğinde son peygamber olmak üzere Hz. Muhammed’i gönderiyor. O, insanlara Allah’ın ayetlerini okumak, Kitap ve Hikmet’i öğretmek ve onları temizlemek üzere gönderilmiştir. Ona verilen nitelikler de İbrahim aleyhisselâmın belirttiği niteliklerin aynısıdır. Bu nitelikler içinde hikmet de kitap’tan hemen sonra sayılarak önem derecesinde kendini gösteriyor. Kitap ve hikmet kav-ramlarının geçtiği bütün bu ayetlerde bir diğer ortak kelime de temizlenme/arınma kelimesidir. Nitekim İbrahim aleyhisselâmın duasına icabet edilerek gönderilen Peygamber efendimizin özellikleri olarak bu üç kavramın bir arada geçtiği görülmektedir: “Ümmilere kendi içlerinden, onlara ayetlerini okuyacak, onları temizleyecek, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek bir elçi gönderen O’dur” (Cuma/62: 2).
Kitap ve Hikmet’in bu şekilde hep bir arada yer alması, buna zaman zaman mülk’ün de katılması, üzerinde durulacak önemli bir konudur. İbrahim Aleyhisselâmın duasını unutmadan, şu ayetin ifadesini de düşünmekte fayda var: “İbrahim soyuna da kitabı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir mülk (hükümranlık) bahşettik” (Nisa: 54). Büyük bir nimet olarak sayılan Kitap ve Hikmet yanında üçüncü bir nimet de Davud aleyhisselâma da verildiği söylenen mülk’tür ki, bu kelime tefsirlerde genellikle “Peygamberlik, kudret, yönetme gücü, zafer, egemenlik, ilim, servet, itibar, akıl, sağlık gibi her türlü maddî ve manevî imkân” anlamında kullanılır. Böylece Kitap ve Hikmet, yönetim gücü ve egemenlikle birleştirilmiş oluyor. Davud aleyhisselâma verilen hikmet “mülk”le güçlendirilmiştir ki, bu gerçek ayetle de açık biçimde ifadesini bulmuştur: “(Davud’un) mülkünü (hükümdarlı-ğını) güçlendirmiş, kendisine hikmet ve anlaşmazlıkları bitiren konuş-ma yeteneği vermiştik” (Sad/38: 20). Davud aleyhisselâma hikmetle birlikte mülk verilmesi, mülkün hikmetle güçlendirilmesi olarak anlaşılabileceği gibi, hikmetin de mülk sayesinde korunabileceği ve tebliğ edileceği şeklinde de anlaşılabilir. Dolayısıyla hikmet olmadan hükümranlığın devam etmesinin mümkün olmadığı gibi, hükümranlık olmadan da hikmetin ayakta tutulması mümkün değildir. Temelinde hikmet olmayan bir yönetim çürük; sağlam bir yönetime dayanmayan bir hikmet de tebliğ ve hayata uygulama imkânından mahrumdur.
Kitap’tan amaçlanan şeyin, Allah’ın emir ve nehiylerini, bütün hükümlerini içine alan Kur’an olduğu açıktır. Hikmet ise, bir taraftan bu hükümleri anlama yetisi, bir taraftan da ayetlerden –kendilerinde apaçık hükümler olmasa bile- bir konu hakkında hüküm çıkarma yeteneğidir. Hikmet olmadıkça, Kitab’ın apaçık hükümlerindeki yüksek anlamları anlamak da mümkün değildir. Bu nedenle Kitap’la birlikte insana “hikmet” de verilmiştir. Böylece Kitab’ın hüküm ve hikmetleri ancak bu şekilde gereği gibi anlaşılır ve değerlendirilir. Dolayısıyla asıl olan Kitap’tır; onun anlam ve derinliklerinin anahtarı ise Hikmet’tir.
Burada Hikmet’in, Akıl’dan ayrı ve farklı bir kavrama gücü-nü ifade ettiğini de gözden uzak tutmamalıyız. Nitekim Kur’an’da Hz. İsa’nın kendisine verilen birçok lütuf ve sağlam delillerle elçi olarak geldiğinde kavmine şunları söylediği bildiriliyor: “Size hikmeti getirdim ve anlaşmazlığa düştüğünüz bazı konu-ları açıklamaya geldim” (Zuhruf/43: 63). Hz. İsa’nın hikmetle ve anlaşılmayan konuları açıklamak için gelmesi, bir bakıma “hikmet”le, anlaşmazlığa düşülen konuları “açıklama”yı birleştiriyor. Mülk ise, kitabın ve hikmetin hem tebliği, hem de korunması için gerekli olan güce işaret eder. Bu yakın ilişkiden dolayı bu önemli üç kavramın aynı ayetler içinde birlikte geçmesi hep dikkat çekmiştir: Bakara suresinin 251. ayetiyle Sad suresinin 20. ayetinde mülk ve hikmet; Nisa suresinin 54. ayetinde kitap, hikmet ve mülk kelimeleri birlikte geçerek aralarındaki ilişkiye dikkat çekilmiştir. Şu halde aslında, bu üç kavramın arasını açmadan ve birbirinden ayırmadan bir arada okumak, değerlendirmek ve anlamlandırmak gerekiyor. Kitap, her şeyin asıl kaynağını; Hikmet, onu anlama yetisini ve Mülk de koruma ve uygulama gücünü ifade etmektedir. Al-i İmran suresinin 26. ayetindeki “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın” ifadelerini bu açıdan değerlendirdiğimizde, bugün müslümanlar topluluğu olarak “mülk”ün elimizden çekilip alındığını söyleyebiliriz. Çünkü değerlerimizi ayakta tutmak ve hayatımıza uygulamak özelliğimizi kaybetmiş durumdayız. İslâm dünyasının içinde bulunduğu zillet durumu da bunun açık göstergesi. Dünyanın gözü önünde değerlerimi-ze saldırılıyor, Müslümanların yaşadıkları topraklar işgal ediliyor, yakılıp yıkılıyor ve bizler hiçbir varlık gösteremiyoruz. İşte bu, mülkün, yani egemenliğimizin elimizden alınışının bir sonucudur. “Hanelerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti dilinizden düşürmeyin” (Ahzab/33: 34).