Bugun...
SEZAİ KARAKOÇ’UN BATIMERKEZCİ ÜNİVERSİTE YAPISINA BAKIŞI


Yüksel Kanar
 
 

facebook-paylas
Tarih: 22-01-2023 22:04

Attilâ İlhan, 1972’de yayınlanan Hangi Batı adlı kitabına “ufak ufak, Osmanlı mülkünü, adına ‘Batıcılık’ denilen belânın batırdığını” söyleyerek başlıyordu. Osmanlı’yı, yani daha önceki kendimizi batıran bu belâ, cumhuriyetten sonra ironik bir biçimde resmî ideolojimiz haline getirildi. Bugün modernlik veya çağdaşlık adlarıyla sürdürülen bu belâ, ne yazık ki, bizi kurtaracak can simiymiş gibi görülüyor aydınlarımızca.

Batıcılık ya da Batılılaşma, zaman içinde yeni yeni isimlerle kendi çekiciliğini diri tutmak istedi. Ona bir süre sonra, daha cazip bir isim bulundu: Çağdaşlık/çağdaşlaşma veya modernlik/modernleşme. Bu, kendi durumundan rahatsızlık duyan, kendi kültür dünyasına yabancı olan yeni nesiller için can atılacak bir kavramdı. Kelimenin içeriğini düşünmeden görünüşüne kapılarak benimsendi hemen. Cemil Meriç, “Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nazenin, yeni bir makyajla arz-ı endam etti. İntelijansiyamızın uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat’tan beri tanıdığımız Batı’nın son incarnation’u” diyor bunun için. “Çağdaşlaşmak, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünümü var.” Oysa çok açık bir şekilde çağdaşlaşmak Avrupalılaşmaktır, Avrupalı olmayanlar için de kirlenmek: “Avrupalılaşmak, yani yok olmak.” Ne kadar çabalarsak çabalayalım Avrupalı olmamız mümkün değil. “Avrupa bizi çağdışı ilân etti. Avrupa, daha doğrusu onun yerli simsarları. Zira, apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin” (Meriç, Umran’dan Uygarlığa, s.22).

Avrupalının bize yönelttiği bu çağdışılık suçlaması, Meriç’e göre ithamların “en alçakçası ve en abesi”dir. “Haykıramadık ki, aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlık, neden Hıristiyan ve kapitalist Batı’nın abeslerine perestiş olsun? Fâni ve mahalli abesler. Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi tarihine ihanet etmek ve köleliğe peşin peşin razı olmak değil midir? Çağdaşlık masalı, bir ihraç metaı Batı için, kokain gibi, LSD gibi, frengi gibi. Şuuru felce uğratan bir zehir. Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı asrileşmektir, asrileşmek, yani maskaralaşmak, gâvurlaşmak.” Kuşkusuz bunları haykırmak aydınların işi; biz ise gerçek aydınlardan yoksun bırakılmış bir ülke haline getirildik.  

Bizde çağdaşlaşmak, Avrupalılaşmak şeklinde anlaşılmaktadır. Çağdaş sayılmak için her bakımdan Avrupa’ya benzemek, onu kendimize örnek almak zorundayız. Buna “Batımerkezcilik” diyoruz. Her konuda Batı’yı merkez olarak, ölçü olarak almak durumundayız. Çünkü başka türlü çağdaş olmak mümkün değil. Çağdaşlık bizden bunu istiyor; Batı’ya benzemeli, onun izinde yürümeliyiz.

Sezai Karakoç, modernliği/çağdaşlığı, isabetli bir karşılıkla “Batı mağdurluğu” olarak ifade ediyor. Bu kelime, Farsçadaki modernist karşılığı olarak kullanılan “garbzedegî” kelimesiyle tıpatıp uyuşuyor. Üstelik şahsiyetli bir kelime; bizim için kabul edilemez olan Batıcı anlamındaki modern kelimesini reddetmeyi, onu fikir namusumuza tasallut saymayı ifade ediyor. Modernizme bir başkaldırı. Onda, çağdaşlaşmadaki gibi Batı’yı kabullenme, onun tecavüzüne katlanma yok. Çünkü Batı Mağdurluğu, Batı tarafından çarpılmışlığı, onun felâketine uğramışlığı ve tecavüzüne katlanmışlığı anlatıyor. Dolayısıyla Sezai Karakoç da, Attila İlhan ve Cemil Meriç gibi, devletimizin yıkılışının temel sebebi olarak bu Batı mağdurluğunu, yani çağdaşlık sevdası veya daha açık adıyla Avrupalılaşma aşkını görüyor.

Fakat ilginç bir biçimde, Devletimizi yıkıma götüren bu mağdurluk, bizdeki belli aydın kesim için, gönüllü bir kabullenmedir ve onlar bu mağdurluktan sonsuz bir lezzet duyarlar. Onlara göre Batı, ulaşılması ve kendisine benzenmesi gereken idealdir: Orada kötü, çirkin, yanlış yoktur. Her şey iyi, güzel ve doğrudur. “Batıyı içinden tanımayan, dış yüzüyle gören bu kadro, batı şehirlerinin, parklarının, yollarının ve yol vasıtalarının görünüşüne bakıp şu genel hükmü çıkarıyorlardı sanki: Mümkün dünyaların en iyisi Batıda! Batıda her şey mükemmel, her gey mutlak gerçek ve geçerli. Batılı ise üstün insandır. Batıya en ufak bir şüpheyle bakmak, Batıda küçücük bir bozuk ve aksak nokta aramak, bu kadronun gözünde, en büyük fikir, estetik, ahlâk suçuydu; hatta onların gözünde gerilikti” (Karakoç, Sütun, s. 114). Batı denince, artık akan suların durması, zavallı Batı mağdurunun onun adına söylenmiş her şeyi itirazsız ve eksiksiz kabul etmesi bundandır.

Böyle bir Batımerkezcilik anlayışı, Türkiye’de olumlu gelişmelerin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Bu yüzden de kültür ve medeniyetimizin en büyük problemi bu anlayıştan kaynaklanan taklitçiliktir. Bu problem hemen bütün Batı-dışı ülkelerin, en çok da İslâm ülkelerinin ortak problemidir. Bizde, Cumhuriyet döneminden sonra yüzlerin hep Avrupa’ya çevrilmesi, her şeyin idealinin orada aranması, onu izleyerek kendimizin de onunla aynı seviyeye ulaşacağımız boş inancı, bu aydınlarımızı taklitçiliğe yöneltti. Taklitçilik, kendi problemlerine bulamadığın çözümü dışarda aramak, kendini başkasının eline bırakmak demektir. Bu başkası, seni yok etmek için fırsat kollayan biriyse eğer, nasıl kurtuluş beklersin? Dolayısıyla Batıcılık, Batı dışında olup da Batılı olmaya çalışan, daha doğrusu Batılı olacağını sananlar için tam bir onur yoksunluğudur ve “İslâm ülkelerindeki batıcılar ve marksistlerin düşünce köleliği” böyle bir onur zedelenmesinden kaynaklanır. Çünkü Karakoç’a göre asıl kölelik düşünce köleliğidir: “Savaşta veya şu bu sebeplerle tutsak düşüp de köleliğe mecbur tutulan, köle gibi alınıp satılan insanlar onurlarından bir şey kaybetmeyebilirler. Fakat kendi ruh ve zihnini başkalarına köleleştiren insan, insanlık onurunu yitirmiş demektir” (Sütun, 391).       

19. yüzyıldan başlayan göreceli bir Avrupa üstünlüğü, kültür ve düşünce hayatımızda kendimize karşı büyük bir güvensizlik yarattı ve her şeyin en idealinin Avrupa’da olduğu yanılgısına götürdü bizi. Oysa bu Avrupa, 19. yüzyıla, yani sömürgeler çağının başlangıcı olan 1800’lere gelinceye kadar İslâm dünyasından çok daha gerilerde bulunuyordu. Bu tarihten sonra Avrupa, dünyanın büyük kısmını sömürgeleştirerek elde ettiği ekonomik üstünlükle, dolaylı bir şekilde teknoloji ve sanayi üstünlüğüne ulaştı. Fakat insanların asıl sömürülmesini sağlayan şey yalnızca bu olamazdı. Onları kendi tarihlerinden koparmak ve sonuçta kendi sömürgeci tarihlerine bağlamak, bunun için de kültürel bir üstünlük kurmak gerekliydi. Bunun yolu sosyal bilimlerden geçtiği için, bugün bildiğimiz ve kökenleri yine sömürgeler çağına, 19. yüzyıla dayanan sosyal bilimler, birer sömürge ideolojisi olarak icat edildi. Bilim kılığına büründürülen bu ideolojilerin yayıldığı yerler de üniversiteler oldu. Batı-dışı ülkelerde, bu ideolojiler bilim payesiyle ve oradaki örneğine göre okutulduğu için, Batımerkezci bir bilim anlayışı ortaya çıktı.    

Gerçekte kendimize özgü bilim anlayışını oluşturması beklenen üniversitelerimiz, ne yazık ki, dün devletimizi yıkan Batıcılığın bugün güdümüne girdi. Söz gelimi bugün ülkemizin sosyoloji anlayışını, özellikle İngiliz, Fransız, Alman ve Amerikan sosyolojileri belirliyor. “Dolayısıyla sosyolojimiz, başlangıçtan günümüze sosyolojinin Batıdaki macerası doğrultusunda dönemsel olarak farklı etkilere hep açık olmuştur. Bu ise sosyolojimizde telifçi bir karakterin gelişmesini engellemiş; tercüme niteliğinde, diğer ifade ile aktarmacı karakterde bir sosyoloji geleneğinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Yerli arayışlar ise sosyolojinin bilimsel çizgisinden sapma olarak değerlendirilmiş, ya mahkum edilmiş ya da görmezlikten gelinerek yok sayılmıştır” (Mehmet Karakaş, “100. Yılında Türkiye’de Sosyoloji”, s. 8, TYB Akademi, Yıl:3 Sayı: 9, Eylül 2013, Türkiye’nin Sosyolojisi).

Sezai Karakoç, bir medeniyet düşünürü olarak medeniyetimizin en büyük düşmanı olan Batımerkezciliğin yuvası haline gelen üniversiteleri ve bu anlayıştaki üniversite hocalarını kıyasıya eleştirir. Nitekim daha önce İslâm ülkelerine biçim veren “Batı ideali romantikleri”nin yerini şimdi “kendi ülkelerini birer küçük Batı memleketi yapmak hayali gözlerinde tüten, aksinin doğru olabileceğini, fikirlerinin kritik edilebileceğini ve bu ölçüsüz, sınırsız, kayıtsız şartsız Batıcılığın bazı önlenemez zararlara yol açacağını düşünemeyen” akademik Batı romantikleri almıştır. 

İslâm ülkelerinde daha önce kurulan medreselerin canlılığını kaybederek durgunlaşmasından sonra, onların yerini alan yeni Batı tipi üniversiteler, kökleşmiş ve ilim tarihinde yerini almış herhangi bir üniversitenin doğumuyla değil, “parçaları dışarıdan getirilerek monte edilen fabrikalar gibi kuruldular. Bu yüzden ilim tarihinde yeni bir denemenin, başarısı çok şüpheli bir denemenin kurbanıdırlar. Bunların ilim dünyasındaki yeri bir radar ekranı olmaktan öte geçmez. Bu üniversiteler, kendi öz sesi bulunmayan, duyargalarını uzaktan gelecek seslere doğru uzatmış garip böceklere benzerler.”

Cumhuriyetten sonra bizde ve öbür İslâm ülkelerinde kurulan bu üniversiteler, Batıcılık dogmatizmine saplanmış, tamamen Avrupa sosyal bilim programının otoritesine dayanan yeni tip skolastik üniversitelerdir. Sadece verili bilgileri tekrarlayan bu üniversitelerin ürettiği bilgiler, doğal ortamında değil de, saksı veya sera bitkileri gibi, gerçek renk ve tattan yoksundurlar. “Gerçek bir üniversite, ulu bir çınar gibi, kökünü ülkesinin kültür toprağının derinliklerine saldığı halde, bu üniversiteler saksıdaki çiçekler gibi cılız köklerle, dışardan dökülen sularla hayatlarını sürdürürler. Bu bakımdan “Ortadoğu’da kurulmuş hiçbir üniversitenin gerçek bir üniversite özelliği taşıdığı görülmemektedir. Bu üniversitelerde Ortadoğu kültüründen eser yoktur. Bu hayal ve gölge üniversiteler, Avrupa üniversitelerinin sürekli kopyacısıdırlar…” (Sütun, s. 450).

Oysa bizim, yerli kültürün gelişmesinden doğan, ilim dünyasında belli bir ekolü temsil eden, ilim tarihine ölmez eserler ve isimler bırakan gerçek üniversitelere ihtiyacımız var ve aslında bizden beklenen de bu. Bunlar, ülkenin kadim fikir hayatından beslenecek ve günümüz fikir hayatını besleyecek üniversiteler olmalı. Bunları gerçekleştiren bir geçmişe de sahibiz. “Kütüphanelerimizin büyük öğüncü nice eser vardır ki, zeytinyağı ışığında, hatta ay ışığında yazılmıştır. Floüresan lambalarının ışıkları altında yazılan şimdiki eserlerin yüzde doksanı ise, doğar doğmaz ölen veya ölü doğan çocuklardan farksızdırlar sun’i üniversitelerde” (Sütun, 451). Demek ki kalıcı değerde yazacak şeyleri olanlar, onları her şartta yazarlar. Düşünce güdümlü ve aksiyon bağlantılı üniversitelerin ise bunu başarması imkânsız.

Karakoç, Batıcı üniversite hocalarının farkında olarak veya olmayarak içinde bulunduğu tutsaklığı ve sömürge ruhunu, büyük bir duyarlılıkla şu şekilde tasvir ediyor: “Bir üniversite profesörünün bir kitabını açtığımda, içinden şıkır şıkır zincir seslerinin geldiğini duyar gibi oluyorum. Her cümlesi bir batılı profesörün cümlesine bağlanmış, her sayfası batı düşüncesince zincire vurulmuş, bibliyografyası da, bu mahkumluğun en canlı şahitleri olarak sonuna eklenmiş kitaplar. (…) Kendi ülkesinin ve insanının medeniyetine, dinine, sanatına, ahlâkına, bütünüyle kültürüne ve sonuç olarak varlığına diş bileyen, batı düşüncesinin azatsız köleleri olan ilim ve kalem sahipleri, size yazıklar olsun!” (Sütun, s. 392).

Karakoç, kendi ülkesinde yabancı kültürlerin ürettiği düşünceleri çoğaltan, onların sözcülüğünü yapan üniversitelerin gerçek üniversite olamayacaklarını söylüyor haklı olarak. Bu açıdan bakıldığında, “Ortadoğu’da kurulmuş hiçbir üniversitenin gerçek bir üniversite özelliği taşıdığı görülmemektedir. Bu üniversitelerde Ortadoğu kültüründen eser yoktur. Bu hayal ve gölge üniversiteler, Avrupa üniversitelerinin sürekli kopyacısıdırlar…” (Sütun, s. 450 vd.) Bunlar, hiçbir temel üzerine oturmayan, kendi medeniyet kökümüzden gelen kişilik verici iklimden mahrum kopya, hatta daha da ileri giderek söylenebilir ki, “olup olabildikleri, topu topu otokolonizasyon üniversiteleri olmak”tır (Dirilişin Çevresinde, s. 154-155)

Gerçekten de, “Misyoner mantığının, batılı sığ bilginin yaydığı peşin hükümler deryasında yüzüp duruyoruz. Profesörler de dahil bütün bir aydınlar kadrosu, düşünce örgüleri bir yığın peşin hükmün eklem ödevini gördüğü bir düşünme mağmasına sahiptir.” Kendimize ait ve kendimize göre değerlendirmemiz gereken tarihî mirasın bile günümüze mal edilişinde hiçbir çalışmamız yok. Bunları da oryantalistlerin çarpıtmaları doğrultusunda öğreniyoruz. “Üniversitelerde ve özel kuruluşlarda, tarihî mirasın bugüne mal edilişinin çok küçük çaptaki çalışması bile, müsteşriklerin, kültürümüzün düşmanı uzmanların yönetiminde, en azından açtıkları çığırların doğrultusunda olduğu düşünülünce, düşüncedeki ölü durumumuzun apaçık sebebi ortaya çıkar” (İslâm’ın Dirilişi, s. 27).   

Batımerkezci/aktarmacı metodun bir ruh ve kafa köleliği olarak doğurgan düşünceyi öldürdüğü, çalışmayan zekâyı körelttiği muhakkak. Yapmamız gereken şey, “kendi kültürümüzün geçmişini bugüne bütünüyle aktardıktan sonra, ortaya çıkacak düşünce doğrultularında ilerlemek.”

 



Bu yazı 26099 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
Henüz anket oluşturulmamış.
YUKARI