Gerçekten de insanın planladığı ile kaderin planladığı hayat birbirinden tamamen farklıdır. “İnsan bir amaç çiziyor kendisine ve kestirmeden ona ulaşmak istiyor. Oysa, yol çok uzun, dolambaçlı, pürüzlü ve dikenlerle dolu. Ben de liseyi bitirdiğimde İlâhiyat Fakültesini düşünmüştüm …ama, takdir başka bir rota belirledi. SBF’ye girdim. Din bilgileri ihtisası içinde kalmayıp onu da içine alan daha geniş bir çerçeveden hareket etme imkânını verecek olan tarih, sosyoloji, idarecilik, iktisat, siyaset, maliye vb. bütün toplum konularına çağın bilgileri çerçevesinde bakan bir öğretimi izlemiş oldum. Tabii ki mümkün olduğunca derslerle, ders notları ve kitaplarıyla sınırlı kalmadım. Okul kütüphanesinden, daha sonraki yıllar Milli Kütüphaneden ve Fransız Kültür Merkezinden yararlanmaya çalıştım. Dışarıda da edebiyat ve basın alanında olup bitenlerle ilgilendim. SBF, isteyen için yalnızca derslerle uğraşılacak, kimileri için de ders dışı ilgiler ve faaliyetlere de elverişli bir ortamdı. Dersler saat 12.30’da bitiyordu. Her gün görülen dört dersten biri de yabancı dildimutlaka. Öğleden sonra ve gece, ders çalışma ve diğer kültür faaliyetleriyle ilgilenmek için gereken zamanı bol bol sağlıyordu. Gazete, dergi, kitap bulma ve okuma imkânı vardı.” (Hatıralar, Diriliş, Dönem: 7, sayı: 44)
Halk Partisi’nin gittiği, ama zihniyetinin her yerde hakim olduğu yıllardı. “Kanunlar ve bürokrasi tamamen eleştirisiz, Batı hayranı, kendi kültür ve tarihine âdeta düşman, ya da en azından yabancı ve kendi geçmişimizi küçümseyen bir kuşak tarafından düzenlenmişti. DP hareketi, 1946-1950 arasında hep hürriyetsizlikten, baskıdan bahsetmiş, fakat iktidara gelince, başta Anayasa olmak üzere tüm kanunları ve düzeni değiştirmek işine, bu zaruretin zarureti işe girişmemişti.”
DP’nin durumunu o günleri yaşayarak gören Sezai Karakoç’nın “Hatıralar”da yaptığı değerlendirmeler hem çok açık, hem de son derece önemlidir:
“Celal Bayar ve DP’nin ileri gelenlerinden büyük bir kısmı eski halk partililerdi. Zihniyetleri aynıydı. Esasta farklı bir davanın sahibi idiler. İnönü ve takımı, bütün koltukları işgal etmişti uzun yıllar. Şu veya bu şekilde iktidar nimetinden uzak kalanlar, İkinci Dünya Savaşında Amerika’nın zaferi demokrasinin zaferi kabul edilerek, Rusya’nın Boğazları, Kars’ı falan istemesi de gözönünde tutularak, göstermelik bir şekilde çok partili düzene geçişimizde kurdurulan ve başlangıçta danışıklı olarak kurulduğu apaçık belli olan DP’ye doluşmuşlardı. Halk o kadar ezik ve hareketten o derece kuşkulu idi ki, 1946-1950 arasında, çok güçlü bir şekilde DP’yi tutma havasında olmamıştı. Hatta, 1950 seçiminden az bir zaman önce, Bursa’da yaptığı konuşmada Celal Bayar’ın “Şeriatın kafasını ezeceğiz” dediğini gazetelerin manşetinde gördüğümü hatırlıyorum. Yine de halk, seçimde kendilerinin bile ummadığı kadar oy vererek DP’yi iktidara getirmişti. İsmet Paşa’nın demokrasiyi memleketimize getiren kişi olduğunu, fuzuli meddahlar bugüne kadar yazıp durdular. Halâ her fırsatta yazıp, tekrarlayıp duruyorlar İnönü’nün demokrasi âşıklığını ve kahramanlığını. Bu iddianın aslı yoktur. İnönü mecburiyet tahtında, İkinci Cihan Harbi öncesi ve ilk yıllarında Almanlarla sıkı fıkı olmamızın kefareti olarak (belki de Amerikalılarla gizli anlaşma sonucu beliren) Rus tehdidi ve isteklerine karşı Amerika’ya sığınmanın sonucunda, muvazaalı ve kontrollü bir çokpartili görünüme geçmeyi denemek zorunda kaldı. Millet yıkıktı. 27 yıllık propaganda yeni bir nesil yetiştirmişti ki, onların gözünde İnönü yarı-ilahtı. Yine de CHP’nin yıkılışını, ben, zulmün ebediyyenâbâd olmasına imkân bulunmadığına bağlıyorum. Halk Partisinin içinde farklı gruplar birbirini yemiş, halk da seçimde partiyi yere vurma fırsatını böylece bulmuştu. Eğer İnönü samimi olsaydı, 1950 seçimlerinden sonra Celal Bayar’a ‘demokrasiye geçtik, biz artık kenara çekilelim, idareyi gençlere bırakalım’ derdi. Tam tersine, dört elle muhalefet rolüne sarıldı ve sonunda korkunç bir ihtilâlle DP’yi yıktı. Menderes’i kurtarmaya çalıştığı iddiaları de hep uydurmadır.”
Necip Fazıl’ı tam anlamıyla takip eden, Büyük Doğu’yu okuyan Sezai Karakoç, orada savunulan düşünceleri de çok iyi biliyordu. Bu yüzden Necip Fazıl’ın çokça, Halk Partisi’nin muhalefet olmaya hakkı olmadığını, DP’nin milletin istediği parti olması için de Celal Bayar çizgisinden çıkması gerektiğini, Menderes’e bir atılım yapmayı telkin etmeye çalıştığını yazdığını söylüyor. “Fakat ciddi bir şekilde etkilemek mümkün olmadı DP’yi ve Menderes’i. Ancak seçim zamanları bir parça dönüş olurdu maneviyat cephesine. Daha sonra yeniden uzaklaşılırdı.”
Bu nedenlerle DP, çok söylendiği gibi milletin beklediği parti olamamıştır. “Ancak Millet, şuuraltından, onun hakiki bir parti olmasını bekledi durdu. Elinden geldiğince destekledi onu. Ve sonunda DP’yi bir muvazaa partisi olmaktan çıkardı. Celal Bayar’la İnönü arasındakişahsi rekabet ve kin de etkin oldu bu iki partinin sert bir şekilde çatışıp durmalarında. Menderes’in kişiliği, halkın Menderes’i giderek belli bir yöne götürmesi, ona bir misyon kisvesi giydirmesi, onun da bunu belli belirsiz bir hisle sezerek benimsemesi, 1950 sonrası siyasi hayatımızın karakterini çizdi. Halk Partisi muhalefet tahtına oturdu.”
Necip Fazıl’ın Halk Partisinin muhalefete hakkı olmadığı görüşü, bugün daha da iyi anlaşılmaktadır. Gerçekten de bu milletin tarihiyle, kültürüyle ve inançlarıyla hiçbir ilişkisi olmayan ve bu millete hiçbir yararı dokunmayan bir muhalefet sürdürmekte olan CHP, oturduğu muhalefet koltuğunun hakkını verememekte ve yarım yüzyıldan fazladır onu boş yere işgal etmektedir.
Evet, Sezai Karakoç’un SBF yılları, Halk Partisi’nin gittiği, ama zihniyetinin her yerde hakim olduğu yıllardı. DP iktidar olsa bile, bir zihniyet oluşturacak, daha doğrusu kendisinden böyle bir şey beklenilecek bir yapıda değildi. Daha sonra gelen sağ partiler de, iktidar olmalarına rağmen bu durumu değiştiremediler. Bugün Türkiye’deki iç kavgalar ise, sağ iktidarla bu sol zihniyet arasında olmaktadır. Bakalım iktidar bu kavgayı kazanabilecek, CHP zihniyetini ülkenin derinliklerinden kazıyabilecek mi?