Sevgili Peygamberimiz (sav): ان الله لا ينظر الى صوركم و لا الى اموالكم و لكن ينظر الى قلوبكم و أعمالكم – Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Kalplerinize ve amellerinize bakar.” Buyurmuştur. Bu hadisi şerifi imam hatip lisesi yıllarımızda, üniversite yıllarımızda, okuduğumuz okullarda, namaz kıldığımız camilerde, sohbet ortamlarımızda çok duyduk, çok etkilendik. Ezberledik. Öğrencilerimize de öğrettik. Ama dün akşam izlediğim bir film ana fikir olarak adeta bu hadisi şerifi anlatıyordu. En çok da o filmi izlerken öğrendim.
Filmin adı The Elephan Man - Fil Adam.
Fil Adam filminin konusu şöyle özetlenebilir: Doktor Frederick Treves, 1880'lerin kasvetli Londrası'ndaki bir gezici sirkte fil adam lakaplı, çirkin ve son derece anormal bir görüntüsü olan John Merrick'e rastlar. Zalim bir adam olan sirk müdürü Bytes, annesi Merrick'e hamileyken bir filin saldırısına uğradığını anlatmaktadır. Dr. Treves, Merrick'in hastaneye yatırılmasını sağlar. Dr. Treves bir süre sonra pek zeki olmayan Merrick'in korkunç görüntüsünün altında son derece duyarlı ve insancıl birinin olduğunu anlar. Hastanede ilk başta ondan korkan hemşireler de Merrick'e daha sonra alışacaktır.
Victor Hugo’nun, “The Man Who Laughs-Notre Dame’ın Kamburu” adlı 1831 yılında yayımlanan romanının konusu da benzerdir. Aynı isimle filmi de çekilmiştir.
Şunu söylemeye çalışıyorum: Batı edebiyatında, sinemasında, tiyatrosunda ve bütün sanat ve edebiyat çalışmalarında bu ana tezin çok ustalıkla işlendiğini görüyoruz. Haksızlığa, saldırıya uğrayana ölümüne yardım etme davranışı vardır. Kalleşçe arkadan ya da pusu kurarak öldürmek ta eski yüzyıllarda bile ayıp ve aşağılayıcı bir davranış olarak görülür.
Bir çocuğa koca koca dört tane adamın öldüresiye saldırması, yaşlı bir kadının kefen parası tek bir altınına göz koyan acımasız canavarlar, komşusunun karısına tecavüz edip çocuğuyla birlikte hunharca öldüren vahşiler bu ülkeye uzaydan gelmediler. İşitme engelli, zavallı bir çocuğa koca koca adamlar tekmelerle öldüresiye saldırırken sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi oturan robotlaşmış duyarsız sözüm ona insanlar nasıl bu hale geldiler. Hani haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandı. Hani zulme rıza zulümdü. Demek ki camilerde suspus oturup namaz vaktini bekleyen insanlara vaaz etmekle bu iş olmuyor. Sanatın, edebiyatın, sinemanın, tiyatronun, müziğin; kısacası sanatın bütün imkânlarıyla bütün toplum eğitilmelidir. Ama toplumu eğiten asıl şu her akşam izlenen dizilerde böyle bir konu, yaklaşım, incelik var mıdır?
Öyle vahim bir duruma gelindi ki, artık çocuğunu okula hiç göndermemek belki ona daha iyi bir eğitim kazandırmanın yolu oldu. Tıp fakültesi öğrencisi, lisanslı sporcu şehir magandaları türedi her yerde. Çalışmak, üretmek, dürüstlük, helal kazanç özendirilmiyor. Dolayısıyla kısa yoldan köşe dönmecilik neredeyse moda olmuş.
Yanlış yapmak, düzenbazlık, içi başka dışı başkalık, aldatmak neredeyse özendiriliyor ve ödüllendiriliyor. Yanlışa, yanlış yapana bırakınız eliyle, diliyle itiraz edenler adeta aforoz ediliyor. Kalbinle buğuz etmek bile suç sayılır olmuş.
Son yıllarda özellikle artarak gelişen bu olumsuzluklar artık bir lav akıntısı gibi bütün toplumu tehdit etmeye başladı. Bin dokuz yüz yetmişli yıllarda tanımaya başladığım rahmetli Necmettin Erbakan’ın kulağımda kalan ve en çok kullandığı slogan: “Önce ahlak ve maneviyat”tı. Aradan yarım asır geçti ve onun ne kadar haklı olduğunu yaşadıklarımızla, tanık olduğumuz insanlık dışı suçlarla daha iyi anlıyoruz.
Kaliteli kültür sanat faaliyetleriyle, kaliteli sanat edebiyat ürünleriyle insan kalitesini geliştirmek gerekiyor. Kim ne derse desin, bütün olumsuzluklarına karşın bu iş de en güzel gene Batı’da yapılıyor. Bunu kabul etmemiz ve onların ortaya koyduğu sanatsal ürünlerden yararlanmamız gerekiyor.
Bu yapılmadığı gibi, tam tersi bir refleksle batı karşıtı söylemlerle yeni yetişen kuşaklar bunlardan uzak tutulmaya çalışılıyor.
Yüksek İslam Enstitüsü’nde okurken Fransızca ve edebiyat derslerimize gelen, mezuniyet tezimi de kendisinden yaptığım değerli hocamız Doç. Dr. Mahmut Kanık bize hep şunu söylerdi: “ Batı klasiklerini baştan sona okumalısınız. Doğu klasiklerini baştan aşağı okumalısınız. Türk klasiklerini okumalısınız. Çağdaş sanat, edebiyat ve düşünce akımlarını ve eserlerini de okumalı ve takip etmelisiniz. Ancak o zaman aydın olma yolunda bir mesafe alabilirsiniz…”
Bu duygu ve düşünceleri bugün paylaşabileceğimiz, çevremizde ne kadar insan bulabiliriz?
17 Ağustos Marmara Depremi sonrası NTV’de bir söyleşide konuşmacılardan biri de İsmet Özel’di. Söz sırası kendisine geldiğinde oradakileri ve izleyenleri şok eden şu cümleyi kurmuştu: “Depremlerde bu kadar fazla yıkım ve can kaybının olmasının sebebi, yetmişli yıllardan sonra üniversitelerimizde kalitenin iyice düşmüş olmasıdır.”
Gerçekten de okullarda ve özellikle üniversitelerde kalite düşünce artık o toplumda her türlü davranış bozukluğunu, sosyal sorunları, kriminal olaylarda artışları görmek bizi hiç de şaşırtmamalıdır.
Suçlular yakalanınca içimizde polisimize teşekkürler ediyor ve onlara minnet duyuyoruz. Yakalanan suçluların anneleri-babaları çocuklarını aklamaya, savunmaya çalışıyorlar. En çarpık zihniyet de bu olsa gerektir. Sevgili Peygamberimiz(sav)’in “Kızım Fatıma da olsa…” hadisini hatırlamalıyız. Ama yanlış yapan bizim çocuğumuz, bizim partiden, bizim cemaatten, bizim yöreden, bizim takımdan…” gibi faşizan duygulardan da kurtulmak gerekiyor. Ama maalesef koca koca adamların, üniversite mezunu tiplerin hala “arkadaş arkadaşın pezevengidir” duygusuyla hareket ediyorlar. Bu da yetmiyor, öyle davranmayanları suçluyorlar, dışlıyorlar. Bu argo sözcüğü kullandığım için bana kızanlar olmuştur; ama keşke bana kızdıkları kadar öyle yapanlara kızsalar, öyle yapanları ayıplasalar. Kimdir bunlar diye soranlara, bunlar, “bizdendir” diye birilerinin kusurunu, hatasını örtbas etmeye çalışanlardır. Hani şu “kol kırılır, yen içinde kalır” sözünü çok kullananlar.
Dört ızbandut gibi herifin işitme engelli bir delikanlıyı sille tokat-tekme öldüresiye dövdüğü sırada hiçbir şey olmuyormuş gibi yerlerinde oturan o insanlar da sizce o şehir eşkıyaları kadar suçlu değiller midir?
Şu Hollandalı Wilco van Herpen ne kadar güzel spotlar yapıyor. BRC Seyirci kalmayalım adıyla çevre kirletmeye karşı yaptığı spotu asla unutamam. Bozuk aksanlı Türkçesiyle etrafa saçılan çöpleri göstererek bizleri utandırmıştı. “Utanmıyorsan dilediğini yap” fehvasınca elbette her zaman utanmayanlar, yüzü kızarmayanlar olacaktır. Ama asla vaz geçmemek ve bu mücadeleyi sürekli kılmak gerekiyor. Bu işlerin öncülüğünü yapanlar her şeyden önce kendilerinin örnek olmaları da gerekiyor elbette. Giyimine-kuşamına, duruşuna, konuşmalarına, yazılarına dikkat etmeyenler asla iyi model olamazlar. Ama bunu yaparken kesinlikle insanları incitmemek, yanlışlardan vaz geçirmek, doğruları özendirmek ve heveslendirmek, yüreklendirmek de gerekiyor. İşte bütün bunlar ancak ve ancak sanatsal aktivitelerle, sinemayla, tiyatroyla, romanla, hikayeyle, şiirle, müzikle yapılabilir.
YORUM YAZ