Bugun...


NİAZİ KARABULUT: Şehir ve felsefe
Toplumun şehirleşmesi zaman alacak bir süreç iken hızlı yapılaşma bu sürecin sağlıklı yürütülememesi problemini de beraber getirdi. Toplum şehirleşemediği gibi şehri oluşturan fiziki yapıyı da şehirleştirememe durumu hâsıl oldu. Bu bir paradoks: Şehirleşmeden büyüyen bir şehir. Buna kent diyerek gerçek şehir ile olan farkını anlatmış olalım.

facebook-paylas
Tarih: 16-05-2022 13:59
NİAZİ KARABULUT: Şehir ve felsefe

Bu iki kelimenin bir araya getirilmesi yadırganabilir. Şehre dair felsefe, hayata, eşyaya, etrafımızda varolana, kısaca dünyaya yönelik bir bakışı ifade etmektedir. Şehir, sadece felsefenin değil, insani olan her şeyin neşvü nema bulduğu mekândır. Şehir ve felsefe üzerinde bir kez daha düşünmeye ihtiyacımız var.

Ancak felsefesi olmayan şehirleri, Farabi, el-Medinetü’l-Fazıla’sında ‘eksik topluluk’olarak isimlendirir. Farabi şöyle der: “Büyük topluluk, yeryüzündeki bütün insanlardan ibarettir. Ortancası, yeryüzünün [ayrı ayrı] milletlerinden teşekkül eder. Küçüğü ise bir milletin topraklarında oturan şehir halkından ibarettir. Eksik topluluk ise, köy, mahalle, sokak veya ev halkından teşekkül eder.”

Şehir, toplu yaşama ve ihtiyaçlar hiyerarşisi sebepleriyle bir araya gelmiş insanların ortak yaşam alanı olarak tarif edilebilir. Buradan şu sonuca varabiliriz: Şehrin iş bölümü ve ortak yaşama argümanlarıyla oluşması şehrin sakinlerinin de şehrin problemleriyle ilgili görüşlerine başvurulmasını mecburi kılar. Çünkü elde edilecek sonuç bütün toplumu ilgilendirecektir. Toplumsal huzurun yakalanması da bu şekilde mümkün olur.

Şehrin; tarihçilerin, sosyologların, coğrafyacıların, iktisatçıların, demografların ilgi alanına girdiğini biliyoruz. Bütün bunları bir tarafa bırakarak şehri sadece şehir plancılarının eline bırakırsak çarpık bir mekân oluştururuz. Maalesef, çağdaş mimar ve şehir plancıları modernite ve hümanizma arasındaki dengeyi tutturamamıştır. Batı site şehirleri örneğinden hareketle daha maddi bir bakış açısıyla şehre yönelen çağdaş plancıların şehri daha çok iktisadi bir özne olarak görmeleri şehirlerimizin asıl problemidir. Ancak şehir kelimesi ekonomiden çok estetiği çağrıştıran bir kelimedir. Şehrin günlük ihtiyaçlarımızı karşılaması yanında; ruhumuza hitap etmesi şehrin felsefeye olan ünsüyetiyle mümkün. Bir şehir binaların, yolların, kaldırımların üretiminden daha çok insan üretimindeki etkisiyle şehirdir. Estetik dediğimiz şey de zaten insan ruhunu okşayan, dinlendiren ve doyuran şey değil midir? İstanbul, Semerkand, Bağdat ruhumuza hitap eder de Newyork, Tokyo neden ruhumuzu daraltır. Genel hatlarıyla şehir estetiği insan ve mekân ilişkisinin medeniyet boyutunda yansıması olarak kabul edilebilir. Bir kentin estetiğini belirleyen unsur sadece yapılar ve yollar değil; o şehirde yaşayan insan unsurunun da kentin estetiğini belirlediğini ve insan ile şehrin kimlik kazandığını ifade edebiliriz. Kısaca şehir, bir milletin kendini maddeye işlemesi, mekânı kendileştirmesidir. Başka bir ifade ile şehir, kimliğin anlam boyutunun mekânda mücessem (somut) hale gelmesidir.

Kentler doğal yapının sunduğu dekor eşliğinde içinde yaşayanların düşünsel ve duygusal dünyasından beslenerek özgün bir biçim kazanır. Şehirler bir ihtiyaçtan kurulmuştur. Dikkat edilirse bu gün bile yerleşim birimleri arasında yaklaşık otuz kilometrelik bir yol vardır.  Bu mesafe bir günlük yaya yürüyüşüne tekabül eder. Özellikle ticaret yolları üzerinde, konaklama alanlarında kurulan ilk yerleşimler genişleyerek şehir halini almıştır. Batı feodalitesinde şehir tüccarların buluşma noktasıdır. Doğu kültüründe ise şehir ilmin odak noktasıdır. Modern zamanlarda ise şehir, kontrol edilemeyen bir canavara dönüşmüştür. Yaygınlaşan şehir, kıra ve doğaya saldırır. Bir kemirgen gibi azar azar onu yemenin derdindedir. Hatta günümüz dünyasında şehir köyü de kendine benzetmiştir. Şehir taşra ayrımı neredeyse ortadan kalkmıştır.

Şehir tarımsal bir çevreye hâkim olup burayı örgütler. Bu sebeple kadim şehir nüfusları hesap edilirken şehrin iki günlük çevresinde şehrin dört katı nüfusun olduğu kabul edilir. Çünkü bir şehirlinin geçimi için dört köylünün çalışması gerekir. Sanayileşmenin sonucu olarak köyler şehre doğru hareket halinde olmuş, şehirlerde büyük yoğunluklar yaşanmıştır. Böylece şehri çevreleyen kırsal alanlarda varoşlar oluşmuş bu yerleşim yerleri gettolaşarak şehir dışa doğru habis urlar halinde genişlemiştir. Sonra bu çevre şehri kuşatarak kendisine benzetmiştir. Bu durum yeni bir meseleyi gündemimize taşımıştır: Toplumun şehirleşmesi.

Toplumun şehirleşmesi zaman alacak bir süreç iken hızlı yapılaşma bu sürecin sağlıklı yürütülememesi problemini de beraber getirdi. Toplum şehirleşemediği gibi şehri oluşturan fiziki yapıyı da şehirleştirememe durumu hâsıl oldu. Bu bir paradoks: Şehirleşmeden büyüyen bir şehir. Buna kent diyerek gerçek şehir ile olan farkını anlatmış olalım. Hızlı kentleşmenin sonucu olarak konut sorununun aciliyeti çarpık yapılaşmayı da beraberinde getirdi. Estetik kaygılardan uzak, tamamen ranta yönelik yeni yerleşim biçimi komşuluğu ortadan kaldırdı, mahalleyi dumura uğrattı. “Semt sakini” ifadesi anlamını yitirdi. Yeni kentsel doku bir toplumsal sefalet üretti: Birbirine yabancı bir toplum. Ekonomik kaygılar estetik ve hümanist kaygıları yok etti. Toplumsal pratiğin morfolojik temellerinden kopardığı kentsel hayat estetik ve ahlaki bir sistem oluşturamadı. Şehrin ruhu diyebileceğimiz huzurlu bir mekânı aramaktayız. Bunu bize gösterecek olan düşünen insanlar olacaktır. Bu anlamda şehrin felsefeye olan ihtiyacı kaçınılmaz.

Bu gün yaşamak zorunda olduğumuz şehir imgesi zehirli bir kokteyl. İçindeki muhteviyatı ve oranını bilen kimse yok. Heidegger, Yunan sitesi üzerinde düşünceler serdetti. Hegel ve Marx’ın da bu konuya dair görüşleri var. Platon’un Devlet’i günümüzde şehir dediğimiz yapının idealize edilmesidir.  Bizim mahallede ise yine bir filozof bu konuya el atmış: Farabi. Farabi’nin Platon’dan etkilendiğini söyleyen çok kimse var. Farabi, el-Medinetü’l-Fazıla’sında ideal şehri şöyle anlatır: “sakinlerinin — ancak saadete erişmek maksadıyla - yardımlaştıkları bir şehir, fâzıl bir şehir olur. Zaten saadete erişmek maksadıyla kurulan her topluluk ta fâzıl bir topluluk sayılır. Onun içindir ki, bütün şehirleri — saadete erişmek maksadıyla elele vererek — çalışan bir millet de fâzıl bir millettir; bütün milletleri, saadete ulaşmak maksadıyla elbirliğiyle çalışan bir dünya da fâzıl bir dünya olur. Fâzıl şehir tam sıhhatte bir vücuda benzer. Bütün uzuvları onu hayat devresinin sonuna kadar muhafaza etmek hususunda yardımlaşırlar.”

Şehir, kentsel kurumlar olmadan mevcudiyetini devam ettiremez. Sürekli hareket halinde olan şehir ve dokusu belediye hizmetleri olmadan yürütülemez. Günümüzde merkezileşmiş olan şehirlerin tarihi antikçağa kadar uzanır. Ancak kadim şehirler üzerine inşa edilen yeniyetme kentler geçmişin biçimine sahip olmasa da ruhuna sahip olmalıdır. Bunun için de şehri dizayn edenlerin felsefeye ihtiyacı vardır. Bu bağlamda entelektüelin ve kent yöneticilerinin zihinsel muhayyilesinin zengin olması gerekir. Farabi, şöyle der: “Fazıl şehrin reisi de gelişi güzel herhangi bir adam olamaz. Riyaset iki şeyle olur: birisi reisin riyasete tabiat ve yaradılışı ile müstait bulunmasıyla; diğeri reisin heyetçe ve irâdî melekesi ile riyasete müstait bulunmasıyla. İşte, tabiat ve doğuşunda riyasete müstait olan kimsenin yapacağı sanat herhangi bir sanat olamaz. Zira şehirdeki sanatların çoğu, riyasete değil, hizmet etmeye mahsusturlar. Zaten insanların çoğu da hizmet etmek için yaratılmışlardır.”

Şehir hizmetleri ve sorunlarıyla birlikte belediye yönetimini eksen alan bir anlayışla idare edilir. Ancak bu yönetim anlayışı halkın isteklerini dışlamaz. Paradoksal olarak bu açıdan bakıldığında şehir ikamet edilemeyen, sakinlerini mutsuz eden bir mekâna dönüşür. Şehir anlamlı bir bütün olamıyorsa tecezzi etmeye, dağılmaya ve gettolaşmaya meyyaldir. 

Sonuç olarak kentsel sistemi tasarlayan kimselerin şehri üretilebilen bir özne ve mübadele değeri olan bir nesne olarak görmesi; insani unsurları göz ardı ederek metalaştırması şehirleri yaşanılmaz mekânlara dönüştürüyor. Kentlerin sahih bir anlayışla yeniden üretilmesi için binaların ve alt yapının yenileşmesi değil; yaşayanlarıyla beraber şehrin yeniden katılımlı ve kültürel bir yapıyı inşa etmekten geçtiğini söylüyorum. Bunun için elimizde güzel bir örnek vardır: Medine. Medine’nin Yesrib’den (ki serap kökünden gelir) Medine-i  Münevvere’ye (nurlanmış şehir) dönüşümü bizim temeddünümüzün de ana unsuru. Ancak bu vetirenin şehri tasarlayanların zihnine ve muhayyilesine düşmesi gerekiyor.

Bir zaman şöyle demişim:

Bir şehrin arsaları emlakçilere

Bir şehrin anahtarı siyasilere

Ve bir şehrin hüzünleri şairlere kalır.

 






YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
FOTO GALERİ
YUKARI