Bugun...


NİAZİ KARABULUT: Şehir ve insan
Şehirli olmak sosyolojik bir durumdur. İlliyet bağı ve ünsiyet gerektirir.

facebook-paylas
Tarih: 17-03-2025 07:09
NİAZİ KARABULUT: Şehir ve insan

 

Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm

Ben dahi bile yapıldım taş u toprak arasında

 

Çok eski devirlerden beri şehirlerin ruhları olduğuna ve bu ruhların şehirleri koruduğuna inanılır bu yüzdende tılsımlar yapılırmış. Evliya Çelebi'de seyahatnamesinin birinci cildinde İstanbul'a dair hikâyeleri anlatır. Şehrin meczuplarını, delilerini kaydeder. Önce şehrin ruhuyla işe başlar. Bu durum benim için de bir şehri anlamakta anahtar mesabesindedir.

Bir şehirde, ormanda kaybolur gibi kaybolmak; caddeyi değil, patikaları; ana arterleri değil, ara sokakları arşınlamak. Mezarlıkları, eski maden ocakları harabeler ve mahzenlerinden toplanmış verilerle sayısız metinden koparılmış alıntıları bir yığın olmaktan çıkarabilmek için yatay bir perspektiften şehre bakmak gerekir. Patikalarla manzara arasında sıkışan beynin kadrajını yazıya aktarmak elbette güç hatta imkânsız. Yazının da sessizi vardır. Bu yazıyı, okuyucum, sessizliğimin yazıya dökülmüş hali olarak görse ne kadar memnun kalırım.

Bazen yazarlar şehirleri o kadar güzel anlatır ki insan bir yazarın kitabından bir şehri okuduktan sonra aynı yerlere gittiğinde ben nasıl fark edememişim buranın güzelliklerini diyebiliyor. Ama aslında yazar da bir sanatçı. Bir fotoğraf sanatçısı nasıl fotoğrafını çektiği yeri en güzel şekilde fotoğraflıyorsa hatta olduğundan daha farklı ve daha güzel algılamamızı sağlıyorsa belki yazar da aynı şeyi yapmakta.

Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir’i (Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul) yazdı. Bu şehirler onun hayatında önemli bir yere sahipti elbette. Bu şehirlerdeki güzellikler daha çok ön plana çıkmıştır hayatında. Bir şehri değerli kılan, yaşanılır kılan şey insanın şehirle kurduğu bağ ile kendisini şehre ait hissetmesidir. İnsanı şehre ait kılan o bağ kaybolursa şehir insana yabancılaşır, huzursuzluk kaynağı haline gelir. İçinde rahat nefes alamadığımız, ruhumuza hitap etmeyen şehirler bizim şehrimiz olamaz.

Bazı mutlu insanlar olduğu gibi mutlu şehirlerde vardır. Bu şehirler çok şanslıdır. Bazı yazarlar onların ruhunu görüp ve eserlerinde yansıtmışlar; şehrin sahip olduğu değerleri o kadar güzel anlatmışlar ki belki o yazarlar olmasa o şehirler bugünkü gibi bir dünya şehri olamayacaklardı. Victor Hugo‘nun Sefiller'i sayesinde Paris, Charles Dickens sayesinde Londra.  Tanpınar’ın Beş Şehri için de aynı şeyleri söylemek gerekiyor. İyi ki Tanpınar’ın yolu bu şehirlerle kesişmiş. Ancak bu şehirler dönem dönem payitahtlık yapmış şehirler. Yani bir yazarın muhayyilesine düşmese de ruhu olan şehirler.

Modern zamanların rüzgârı ne yazık ki şehirleri etkisine aldı. Eskilerin alamet-i farika dedikleri unsurlar, şehirlerin kendine has güzellikleri birer birer yok olmakta. Şehirlerin içinde yaşadığı varsayılan bu ruhlar artık kitaplarda yaşamakta.  Şehirler artık yazarlar için birer mekân olmaktan öteye geçemiyor. Bu durumdan nasibini alan şehirler modernizmin saldırısına maruz kalan şehirler. Mahallesini, sokağını, sakinlerini kaybetmiş şehirler. Burada bir parantez açarak şehirli kimliğinden bahsedebiliriz. Şehirli olmak bir kimliktir. Yoksa şehirde hayat süren herkes şehirli olamaz. Mesela turistlerde belli süre bir şehirde yaşarlar ama kendilerini hiçbir zaman o şehre nispet etmezler. Şehirli olmak sosyolojik bir durumdur. İlliyet bağı ve ünsiyet gerektirir. Bir şehrin sakinleri şehri inşa ettikleri gibi şehrin de kendilerini inşa ettiği kimselerdir. Bir şehir sakinlerinin ruh yapısına göre inşa edilir. “Şehir hakikatte bir kristaldir, sadece mânâ itibari ile değil şekil olarak, zaten ölüme işaret eden tamamlanmışlık ve durağanlık ikili bakış ile de öyledir. Şehrin ölmemesi ve içten içe bozulmaması için şehre sürekli kırsal (Bedevi) unsurlar akın etmeli, aynı şekilde kırsaldan gelenler de (Bedeviler de) şehirliliğin getirdiği manevi etkiden nasiplerini almalıdırlar; eğer bu denge bozulursa şehir kültürü kendi içinde kapalı sürdürdüğü zihin dünyasında boğulur veya göçebeler tarafından istila edilir.” İbrahim İzzettin ‘Fes İslam Şehri’ kitabında böyle diyor. Buna medeniyet tasavvuru diyoruz. Medeniyet dediğimiz şey ise değerler sistemidir.

Şehirler statik haldedir. Bu statik yapıyı siluet, doku ve üslup oluşturur. Bu şehrin görünen tarafıdır ve sunidir. Eğer bu unsurların insan ruhunu okşamasını istiyorsak orayı estetik bir hale getirmemiz gerekir. Estetik dediğimiz şey ise orantı(nispet) ve kompozisyon (terkip) den oluşur. Ancak şehirlerin statik yapısının yanında dinamik bir yapısı da vardır. Bir yerde insan varsa orada dinamik yapıdan söz edebiliriz. İşte şehirlerin bu tarafını insan unsuru tamamlar.

Şehrin yapısının bozulması ahlakın bozulmasıyla ilgilidir. “Kul hakkı” maalesef değerler sistemimizde bir yere karşılık gelmiyor. Kamu malını zaten çoktandır “deniz” olarak kodlamışız. Geldiğimiz noktada dar sokaklar, otoparksız siteler, güneşten mahrum meskenler, gürültüye maruz haneler. Çarpık şehirler ruh sağlığımız bozuluyor, kazanma hırsı ahlakımızı erozyona uğratıyor. Yamuk binaların yamuk sakinleri arzı endam ediyor. Ahlaksız vitrinlerin ahlaksız müşterileri oluyor. Kısaca şehrin inşası insanın ihyasından geçiyor.

Her geçen gün yeni ve toplumu ilgilendiren sorunlar üreten kent yaşamının en önemli ve en derin sorunları bireyin ruh yapısı üzerinde tezahür etmekte ve bireyin sosyal olarak toplumun sağlıksız bir parçası yapmaktadır. Sağlıksız bireylerden oluşan toplumda nihayetinde sorunlu bir toplum olarak kendini göstermektedir.  İnsan için var olması ve insan için anlam taşıması gereken kent, bireyi tabii olmayan zorlama bir anlamla kuşatmakta ve bireyin medenileşmesini (şehirleşmesini) geciktirmektedir.

Modern zamanlarla birlikte neye uğradığını anlamadan, içine düştüğü kentlerde tabii bir unsur görememekte, çünkü şehirler sunidir; tabiatta şehir yoktur.  Bu gerçeğin yanında insan ruhuna oldukça yabancı kentlerde insan tabiliğin tam tersini yaşamakta, gündelik hayatın tahakkümüne boyun eğerek yaşadığı mekân olan şehre sonra da kendisine yabancılaşmaktadır...

Öyleyse modern şehrin insanına dair birkaç tespitte bulunmak gerekiyor:

Saat kurarak güne başlayanların hikâyesidir şehrin hikâyesi. Hep bir telaş içinde koşuşturanların, otobüse, vapura, tramvaya yetişmek için koşuşturanların hikâyesi. Durup düşünmeye zamanı olmayan keşmekeş bir hayat içerisinde ruhları berrak olamayan insanların hikâyesi. Çocuğu kreşe yetiştirip, sabah kahvaltısında simit yiyenlerin dünyası. Çalınan sirenlerin yüreklerde endişe uyandırdığı insanlar arenası. 

Komşuluk yapmak için yapılmayan binaların sakinleridir şehrin insanı. Allahın rahmetinin toprağa değmesini çok görenlerin mekânıdır şehirler. İnsanların fiziksel olarak birbirlerine bu kadar yakın ruh olarak fersah fersah uzak oldukları mekânlardır. Ülke savaşa girse dahi kılı kıpırdamayacak insanların borsadaki hisselerinin düşüşe geçmesi durumunda vaveylalarının ayyuka çıktığı yerlerdir şehirler.

Kaçırılmış fırsatların, muhataplarına yöneltilemediğinden içe atılmış kızgınlıkların, hedefini bulamadığı için sahibini ekşitmiş sözlerin öznelerinin saatli bomba gibi ortalıkta dolaştığı yerlerdir artık şehirler. Bugün modernizmin tasarladığı her yerleşim birimindeki düzensizliğin, karmaşanın, çarpıklığın en önemli sebebi insanî olmamasıdır. Çözüm ise öncelikle insandan mekâna, mekândan coğrafyaya, coğrafyadan da evrensele ulaşacak bir bakış açısıyla, yeniden şehri inşa etmekle mümkündür. İçinde meskûn olanların şehirli olabilmeyi öğrenmiş olması veya böyle bir bilince sahip olması hem şehrin hem de şehirlinin kurtuluşu olacaktır.

 






YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
FOTO GALERİ
YUKARI