Fransız papaz Ernest Renan, İslam’ın bilime, felsefeye dolayısıyla gelişmeye engel olduğunu iddia ettiği “L’Islamisme et la science” (İslam ve Bilim) konferansının (29 Mars 1883) bir yerinde “Müslümanlar yangın çıkınca onu söndürmek için kıllarını bile kıpırdatmazlar; sadece seyrederler ve Allahüekber diyerek yangının kendiliğinden sönmesini beklerler” diyor. Renan’ın iddiasına göre İslam dünyası bundan dolayı “geri kalmış”. Papaz Renan, “İslam istese de ilerleyemez, İslam ile bilim çatışır, İslam ülkeleri hep böyle kalacaktır.” diyor. Renan, bu hezeyanlardan sonra sert itirazlara uğradı. Bu reddiyelerin en meşhuru Namık Kemal’in yazdığı ve Fuad Köprülü’nün yeniden yayınladığı Renan Müdafaanâmesi (İslamiyet ve Maârif) adlı eserdir, naklettiğimiz satırlar bu esere aittir.
Bu kitap, Tanzimat dönemi gazetecilerinin bile (âlimlerden, müderrislerden, şeyhülislam ve müftülerden bahsetmiyoruz) ne derin İslamî bilgiye sahip, kaynaklara vakıf ve İslam konusunda ne büyük hassasiyete sahip olduklarını gösterir. Bu açıklamayı günümüzün akademisyen, yazar ve gazetecilerine ithaf ediyorum!
Renan’ın iddiasını günümüzün gazeteci, siyasetçi, akademisyenleri de tekrar ettikleri için hemen söyleyeyim. Evet, Müslümanlar önemli olaylardan sonra hemen tekbir getirir, “Allahüekber” derler. Zira Müslümanlar her daim Allah’ı yüceltmek, ululamak, O’nun yüceliğini ilan ve ikrar etmekle mükelleftirler, Allah’tan başka büyük yoktur: Bu imanın ifadesidir.
Renan’ın sözleri Hadis kaynaklarında geçer. Kelime kelimesine aynı olmasa bile insanlar, yangın, sel, savaş, düşman istilası gibi durumlarda hemen tekbir getirir, yüksek sesle Allahüekber derler. Bu eylemin birçok anlam vardır. Öncelikle acil durumlarda Allahüekber nidası, S.O.S, ambulans sireni örneğinde olduğu gibi yüksek sesle İMDAD istemektir. Maksat olayı duyurmak, insanları yardıma çağırmaktır. 1444 sene önce Müslümanların haberleşmede, imdatta, bir araya toplanmada kullandıkları parola tekbirdir, Allahüekber nidasıdır. Tekbirle çağrı, Peygamberin birçok işinde de vardır. Bu, Müslümanları diğer dinî gruplardan hem ayırır hem de insanlar sesin geldiği yere koşarlar. Allahükber diyerek seslenmenin sebebi ne ise onun gereğini yerine getirirler. Toplanan cemaat o zaman yangını söndürür, sele kapılanları kurtarır, düşman hakkında bilgi sahibi olur, vs. “Bir yerde yangın çıktığını gördüğünüz zaman 'Allahü Ekber' diyerek tekrar tekrar tekbir alınız. Zira tekbir yangını söndürür.” demenin izahı budur.
Yangın anında tekbir getirmek, aynı zamanda Allah’tan yardım istemektir. Allah c.c kendisine olan yönelimi duyar, duaya icabet eder. Yağmurlarla, rüzgârın yönünü değiştirmekle, feryad seslerini insanlara duyurmakla yangının söndürülmesinde kullarına yardım eder.
Felaket anında insanların -müslüman olsun, olmasın- yegane sığınakları Allah’tır. Allah, kullarının hataları, yetersizlikleri vs. sebeplerle, her daim kendisine yönelinmesini, yardımın kendisinden istenmesini bekler. Bu bazen topyekûn bir iltica, yardıma çağırma, yönelme şeklinde olur ki bu durumlar daha çok felaket zamanlarıdır. Allah kullarının felaket zamanlarında da neşeli ve refah zamanlarında da kendisine kulluk edilmesini, her hâlükârda kendisinin ululanmasını ister. Felaket anında bile Allah’ı ululamayan, O’nu hatırlamayan, yardımı O’ndan istemeyen kullar ne büyük cahildir, ne büyük hüsrandadır! Şükür ki en zor zamanlarımızda da hatırladığımız, yardımını istediğimiz, ululadığımız bir Rabbimiz, bir Allah’mız var!
Depremde, yangında, selde vb felaketlerde kurtarılan canların, kurtarıcıların, yakınları kurtulanların tekbir getirmelerinin sebebi budur.
Gazeteler, televizyonlar, internet siteleri vs. defalarca “Artık bu enkaz altından canlı çıkılamaz, üzerinden şu kadar saat geçti” denilen yerlerden nice çocuğu, yaşlıyı, hastayı vs. sapasağlam, bazısını gülerek, bazısı tam bir teslimiyet halinde, bazısı dışarıdakilerden daha metin olarak çıkarmadı mı, kurtarmadı mı? Bunun adına “mucize” denilmedi mi? Allahüekber diye nida etmek işte o “ölü”yü günler sonra enkaz altından kurtaran Allah’a, “Allahım sen ne büyüksün” demektir. Öldürmeyen Allah öldürmez, demektir.
İnsanı, enkaz, açlık, susuzluk, havasızlık, gıdasızlık öldürmez, ölmek için O’nun emri, O’nun izni gerekir, ey Allahım, yaratırken zaten mucize idik, yaşatırken de mucizene şahit olduk, sen ne büyüksün demektir, tekbir.
O zaman aşk ile bi daha diyelim: ALLAHÜEKBER!
Bu tekbiri (Atatürk ekber) diye mevlid yazanlar, Allah’tan başka büyük ! tanıyanlar, Allah’ın en büyük olarak ilan edilmesinden rahatsız olanlar anlayamazlar.
Ernest Renan’ın bu inceliği anlamaması normal, fakat Müslüman olduğunu söyleyenlerin anlamaması normal değil.
*
Daha önceki yangın, deprem, sel gibi afetlerde kimler “takdir-i ilahi” “kader” dediler bilmiyorum. Fakat bildirelim ki Müslümanların tevekkül anlayışı deveyi sağlam kazığa bağladıktan sonra başlar. Her türlü önlem alınır, tevekkül o önlemlerin dışında, ötesinde bir şey değildir; tam tersine içindedir, onun tamamlayıcı cüzüdür. Örnek vermeden geçmeyelim. Yangından korunmak için köpük, su, toprak, ateşi söndürücü aletler, merdivenler, kişiler vs. topyekûn sağlandıktan sonradır tevekkül.
Âlim şairimiz Mehmed Âkif Ersoy, Safahat’ta Vaiz Kürsüde şiirinde
bu anlayışı şöyle eleştirir:
"Kadermiş!" Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi... doğrusu bu.
Talep nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
"Çalış!" dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de "tevekkül" sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!”
İlahiyat camiasının yazdıklarında, Diyanet’in hutbe ve vaazlarında çok tekrar edilir bu şiir. Herkes biliyor ki depremde, selde, yangınlarda, kuraklıkta kulların ihmalleri, hataları hatta kasıtları vardır. Bu hataları kasıtlı kasıtsız kim işledi ise cezasını en ağır şekilde çekmelidir. İhmal, vurdumduymazlık, kasıt; kader ve tevekkül değildir.