Bugun...
DİRİLİŞ KONUŞMALARI


Nizamettin Yıldız
 
 

facebook-paylas
Tarih: 21-10-2025 14:51

2021 yılında kaybettiğimiz merhum Sezai Karakoç’un eserleri ve fikirleri üzerinde ne kadar durulsa azdır. O, Doğu’yu ve Batı’yı bilen, yoğun kültürel birikime sahip ve tecrübelerinden yararlanacağımız aydınların başında gelmektedir. Ortaya koyduğu Diriliş düşüncesi; ülkemiz, İslam dünyası hatta tüm insanlık için bir reçete ve şifa niteliğindedir.

Üstad hakkında daha hayatta iken azımsanamayacak sayıda programlar, açık oturumlar ve sempozyumlar düzenlenmiştir. Eserleri ve düşünceleri üzerine Yüksek lisans ve Doktora tezleri hazırlanmıştır. Bu tür çalışmalar halen devam etmektedir. Gördüğüm kadarıyla daha çok şiirleri, sanat ve edebiyat yönü üzerinde durulmaktadır. Elbette bu yanlış değildir. Ancak bir o kadar memleketimiz ve İslam dünyasının sorunlarına yönelik düşünceleri ve önerileri de üzerinde durulması gereken hususlardır.

Sezai Karakoç’un çıkardığı dergiler, gazeteler ve yayımladığı kitapların yanında yaptığı konuşmaların da gözden kaçırılmaması gerekir. İnternette yüzlerce konuşması vardır. Bazı konuşmaları iki saate yakın uzunluktadır. Bu konuşmaları baştan sona dinlemek biraz da sabır ve irade işidir. Konuşmalarındaki içtenlik ve fikir yoğunluğu dikkate değerdir. Aslında Üstadın bütün konuşmalarının yazılı metin haline getirilip kitaplaştırılması ve yayınlanması gerekir. Güncel konuları da içermesi nedeniyle 2 Şubat 2013 yılında Yüce Diriliş Partisi İstanbul İl Merkezinde yaptığı konuşmanın metnini paylaşmak istiyorum. Üstad şunları söylüyor:                                                              

“Geçmiş çok problemli diye geçmişten uzak kalmak, olayları geçmişe bağlamadan çözmek mümkün değildir. Fakat tamamen geçmişte boğulup kalmakta doğru değil. Bir orta yolu bulmak lazım. Geçmişe gerektiği kadar önem verip işin temeline inmek lazım ama bir de günümüzü ve geleceği de düşünmek lazım. Zaten bütün çabalar gelecek içindir.

Bugün yaşadığımızı 30 yıl evvelinden hazırlamamız lazımdı. Eğer hazırlamamışsak zaten onu şu andaki problemleri çözmemiz oldukça zordur.  Memlekette şu anda da en büyük problem budur. Geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman problemini düşünmek. Yani bunların dengesini kurmak ve bu açıdan hadiselere bakmak… Yani hadiseler üç boyutlu; bir geçmiş zaman boyutu var, bir şimdiki zaman boyutu var, bir de gelecek zaman boyutu var. Bunun birini gözden kaybettiniz mi, bir çözüme varamazsınız.

Osmanlı neden uzun ömürlü bir devlet olmuş? Bu üçünü de hesaba katarak yapmış. Her sahada, yalnız bir sahada değil sadece padişah veya vezirler düşünmemiş. Her alanda herkes geçmişe dayanmış, geçmişi iyi bilerek, geçmişi temel alarak,  bir de şimdiki zamanı da mümkün olduğu kadar en düzenli, en güzel, en tertipli şekilde yaşamaya çalışmışlar. Aynı zamanda geleceği de çok iyi düşünmüşler. Mesela, bir cami yaparken, onu tabii öyle 3 yıllık, 5 yıllık, 30 yıllık, 40 yıllık yapmıyor. 500 yıllık yapıyor, 1000 yıllık yapıyor. Hatta köküne de, Selçuklarda temeline de, gümüş, altın, para da koyuyorlar. Yıkıldığı zaman, nasıl olsa temel çıkınca para çıkacak. Yeniden yapılması için o parayı da koyuyorlar. Sonra maalesef Moğollar geldiği zaman bunu duymuşlar. Bütün camilerin temellerini delik deşik etmişler. Çıkarmışlar o paraların hepsini.

Süleymaniye cami tamir edilirken, yenileme yapılırken şişeler bulundu. Hatta Mimar Sinan'ın mezarı da (türbesi) orada. Orada şişeler bulundu. Şişelerin içinden yazıları çıktı Mimar Sinan'ın. Orada diyor ki, 500 sene sonra veya epey zaman sonra, bu set duvarlar yıkılacak. O zaman onu tamir ederken şöyle hareket edin. Yani direktif veriyor, şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın diye… Çınar koyuyor yanına. Çünkü çınar uzun ömürlü bir şeydir.

Ondan sonra efendim, her alanda öyle, ileride çıkacak problemleri düşünerek hareket ediyorlar. O yüzden devletin ömrü uzuyor. Yoksa devleti, günlük yönetmek bir şekilde olur. Olur, ama bıraktığı zarar telafi edilemez. Devlet hayatında biraz kesin olmak gerekir. Biraz da geri dönülmez durumlar vardır. Onu hesaba katmak lazım. Yani bir gün tarih huzurunda hesap vereceksiniz. Tabi Osmanlılar da hata yapmıştır. Ve bunu biz şimdi, şu yanlıştır, şu doğrudur diye tartışıyoruz. Ama genel kanaat, bilginlerin de, bizim de genel kanaat, Osmanlıların yönetimi, gerçekleştirilebilecek yönetimlerin en üst düzeylerinden biri. Ama her şeyin bir ömrü var tabi.

Bu devlette (Osmanlı devleti) tabi tarihe karışmış oldu. Fakat burada yaşayan bir millet var. Bu millet İslam milleti. Adıyla, sanıyla İslam milleti. Başka bir millet yok. Irklar bu milletin eski deyişle söyleyeyim nesçleridir. Nesç nedir? İplikçikler. Diyelim ki bir halı dokuyorsunuz, dokunurken yeşil, kırmızı gibi çeşitli renklerde ipler kullanıyorsunuz ve sonra bir halı çıkar ortaya. İşte bu iplikçiklerin her birine ırk diyebiliriz. Eee şimdi dokunmuş halıya iplikçik diyebilir misiniz? Diyemezsiniz. İplikçik, iplikçiktir, halı halıdır. Haa… Bir irtibat var. Elbette ırkın da bir yeri var. Ama o kadar. Sonuçta medeniyet, dokunan halıdır. İplikçikler değil.

 İşte onun için İslam, medeniyeti esas almış, milleti esas almış, inancı esas almış, ırkı esas almamıştır. Tabi, tabiatta her şeye değer verdiği gibi, ırklara da dokunmamış, bozmaya kalkmamış. Mesela Kuran-ı Kerim Arapça. Arapçayı öğrenmeye gayret edecek tabi Müslümanlar, âlimleri yetiştirecek. Arapça öğrenecek. Çünkü dinimizin kitabı, Allah'ın kitabının dili. Ama halk, herkes Arapça öğrenecek diye bir zorlama hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü bu doğru değildir. Onun için medeniyeti bir ırka dayandırmamış. Emeviler zamanında biraz bazı insanlar, Arap üstündür, diğerleri ona tabi gibi düşüncelere girmişler. Fakat bunu Müslümanlar da, âlimler de hiç kimse kabul etmemiş. Sonunda onlar da zaten 90 yıllık bir devirleri var. Sonları da çok acı olmuş. Yani ırklar birer realitedir, gerçektir. Bunların hakkını vereceğiz. Fakat bunu her şeyin esası gibi kabul etmeyeceğiz.

Aynı şekilde devlet de yine insanların kurduğu bir yapıdır. Devlet büyük hizmet yaptığı için, dinin emrinde, dinin hizmetini de yaptığı için kutludur ama kutsal değildir. Kutsalla kutlu arasında fark vardır. Buna tabi Türkçede kutsal, kutlu diyoruz. Bu bazen karıştırılıyor. Mesela kutluyu kullanabilirsin ama kutsalda çok titiz olmak gerekir. Çünkü o Allah'a mahsus. Ama Hıristiyanlıkta karışmış. Bizim bunu ayırmamız gerekir. Mekke-i Mükerreme denir. Mesela kutsal Mekke denmez. Ama onlar Kudüs'e kutsal derler,  zaten Kudüs kelimesi de kutsallıkla, kutsi kelimesinden çıkar zaten. Bizde ona çok dikkat edilir. Kutsallık daha çok Allah'a mahsus, ama kutluluk vardır. Medine-i Münevvere, aydınlık Medine, Mekke-i Mükerreme, tekrim edilmiş, keremlendirilmiş, iyilikle donatılmış Mekke. Her birinin ismi var, Şam-ı Şerif böyle, Bağdat için Darüsselam, barış ülkesi, İstanbul için Darüsaadet, dersaadet, saadet ülkesi, mutluluk ülkesi. Çok dikkatli bizim medeniyetimiz isimlendirirken de, çünkü kelimeler çok önemli, bir yanlışlık yapmamak lazım diye dikkat etmişler.

Onun için millet olarakta ırkı esas almamışlar, her ırkın hakkını vermişler, ırkları muhafaza etmişler, dilleri muhafaza etmişler. Fakat millet deyince İslam milleti anlaşılmalıdır. Aynı şey medeniyette de öyle, bir Arap medeniyeti değil, İslam medeniyetidir.

Arap'ın, Türk'ün, Acem'in, Pakistanlının, yani Hindistanlı Müslümanların, bilmem kuzeydeki ta aşağıya kadar, Sibirya'ya kadar giden Müslümanların, Türklerin, Afrikalı Müslümanların kurduğu bir medeniyettir İslam medeniyeti. Hepimizin, Müslümanların medeniyeti. Ama işte Araplar başlamış, birisi başlayacak. Peygamber Efendimiz Arap olduğu için oradan başlamış. Ama evveliyatı var. Evveliyatı da vahdaniyettir zaten. Hz. Adem'den başlar, Mezopotamya'da gelişir ve sonunda İslam medeniyeti adını alır. İslam medeniyeti, bizim medeniyetimiz İslam medeniyetidir.

Avrupalı olmak, Avrupa medeniyetine girmek, bütün bunlar batının iğfalidir. İğfal eski kelime, yani aldatmacasıdır bunlar. O oyuna gelindi. Tanzimat’tan sonra Avrupa'ya giden aydınlarımız bu düşüncelere kapıldılar, geldiler. Batıdan faydalanmak ayrı bir şeydir. Fakat batının iğfalatına kapılmak ayrı bir şeydir. İğfal ve iğva diye iki eski kelime var. Yani biri yoldan çıkarma, baştan çıkarma, biri de gaflet. Böyle bir takım psikolojik şeylerin içine düşüldü. Aydınlardan bir kesim geldi ve devletin de zayıfladığı bir zaman, tabi Batı vuruyor durmadan. Bunlar işte yeni cereyanlar, şu bu çıkardılar ve sonunda devlet içten dıştan zayıflatılarak battı. Ondan sonra İslam milleti sahipsiz kaldı. Bunun üzerine istila geldi, hepsini parçaladılar, böldüler, haritalar çizdiler. Siz Arapsınız, siz Türksünüz, siz yok bilmem, işte Hintlisiniz, İranlısınız, hepsi paramparça edildi, bölündü, gitti. Ve Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra birçoğunu da istila ettiler. İkinci Dünya Savaşı'nda kendileri, kendi dertlerine düşünce bir kısmı siyasi bağımsızlık elde edildi birçok yerde. Fakat ne yazık ki bu siyasi bağımsızlık gerçek bağımsızlığa dönüşmedi. Çünkü dönüşmesi için bunların o parça halinden, yabancılar tarafından yapılmış suni hallerinden çıkmaları lazımdı.

Bir halkı, yöneticileri felakete de götürür, selamete de götürür. Halk kendisi gidemez. Halk pasif güçtür. Su, bir suyu bir nehirden akıtırsınız, eğer kendi haline bırakırsanız kışın baharda taşar, etrafını yıkar, yazında kurur gider. Hâlbuki ona baktığınız zaman ne olur, işte onu muhafaza altına alırsınız falan, taşkınlıklarından korursunuz etrafınızı, yazın da dikkat edersiniz, kurumamasına çalışırsınız. Bunu yapacak da aydınlardır. Aydınları felakete götürürse, o halkı koruyacak kimse yoktur. Nitekim öyle oldu.

Aydınlar, işte Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, şimdi de demokrasi aydınları diyelim, liberaller, bir takım türemişler, şucu, bucu, bunlar da tabi yanlış şeyleri devam ettirmek için uğraşıp duruyorlar. Yıkılmış, parçalanmış, bölünmüş İslam milletinin sahipsizliği devam edip gidiyor.

Suriye bizden kopup, ilkin Fransızların oldu, sonra Fransızlardan kurtuldu. Doğru dürüst, kafası işleyen, sağduyulu aydınları olsaydı, demeleri gerekmez miydi ki? Biz bu durumda bu kadarcık bir gövdeyle, bu kadarcık bir şeyle biz yaşayamayız. Ne yapıp yapalım, büyümenin yolunu bulalım demeleri gerekirdi. Bunu demeyip, büyük Suriye diye bir projeye kapıldılar. Büyük Suriye ne? İşte Lübnan, Irak hepsi büyük Suriye, kralları vardı. Fakat tabi büyük Suriye yürümedi. Sonra, aydınları, bağımsız Suriye dediler. Hayır, bağımsız Suriye olamaz. Bağımsız Irak da olamaz, işte görüldü. Daha hiçbirine bir şey olmamışken ben bunu 40 sene evvel yazdım. Dedim ki, Irak, Suriye bu şekilde yaşayamaz. Türkiye ile birleşip bir Dicle Fırat Federasyonu kuralım. Tabi maalesef sesimizi duyuramadık. Kimse kale almadı. Kitaplarım da vardır, devam eden yeni baskıları da belli. Tarihi belli, günü belli. Bir defa yazmış değilim, iki defa yazmış değilim. Bunu da dedim, İslam Birliği'nin temeli yapalım. Eğer bu olsaydı, tabi Kürt meselesi de olmayacaktı, Türkiye'de düzene girecekti. Şimdi daha da büyüdü iş. Bununla da tabi çözüm olmaz. Çünkü zaten Irak gitmiş, Suriye'nin ne olacağı belli değil.

İşte Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan'da şimdi milletin geleceği. Yani bunların elinde,  bir de Pakistan'ı da katabilirsiniz. Şu beş devletin elinde, bunu da 90'lı yıllarda kaç kere söyledim. Bir İslam barış ordusu kurunuz. Sınırlara koyun, Çeçenistan'a gönderin, şuraya gönderin, buraya gönderin.

Benim söylememden birkaç ay sonra Erbakan da söyledi. Ama bir defa söyledi, geçti. Hâlbuki alıp, parti politikası yapması lazımdı. Başbakan oldu. Onu biz söyledik, o da söyledi. Ama tabii o söyleme bizden nakil ama işte mal etmiyor kendisine, benimseyip de tam takip etmiyor. Birçok şeyi, söylediğim sözleri söylediler. Fakat bir bakıma harcandı sözler.

Şimdi diyorum ki, Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, İran, Pakistan bir araya gelip bunu bir çözüme kavuşturmaları gerekir. Bunlar bu ümmetin, milletin, İslam milletinin kaderini ellerinde tutuyorlar. Hani bir de belki Özbekistan'ı da katmak mümkün, yani katılan daha varsa öbürleri de katılsın. Ama bu beşinin sırtında sorumluluk, yarın İslam âlemi esarete yeniden düşer, hep istila edilirse en çok bunlar sorumlu tutulacak. Mısır'daki aydınlar, Mısır'daki yöneticiler, Suudi Arabistan'daki yöneticiler, Türkiye'dekiler, Pakistan'dakiler, İran'dakiler. En çok bunlar…

Türkî cumhuriyetler yeni kurtuldu. Ama orada da büyükçe bir ülke olan Özbekistan var. Onun etrafında hemen toplanmaları gerekirdi. Ama o da olmuyor. Bu şekilde, tabi bunu aydınların yapması lazım. Yani siyasetçi günü kurtarmaya bakar. Aydınlar gece gündüz bu konuları düşünüp, geçmişimiz böyleydi, bu şekilde bağımsızdık, büyüdük, az çok mutluyduk. Şimdiki zamanımız çok kötü, ama geleceğimizi kurtarmak için de başka yol yoktur. Büyük olarak ancak kurtulabiliriz. Meseleler artar ama çözüm imkânları daha fazla artar.

Cumhuriyet kurulurken bu şeyde bizi kandırdılar, efendim, işte büyük başa derttir, Osmanlı Devleti, çok sıkıntıları vardı. Şimdi biz burada küçük yer, Anadolu'dan ibaret kalırsak, mutlu yaşarız. Hayır, büyük bir yerde büyük meseleler, çok mesele vardır. Ama çözümü de vardır. Yani eğer demek gerekirse, meseleler aritmetik diziyle artar, fakat çözümler geometrik diziyle artar. Yani o daha çok imkânları artırır. Çünkü el ele verilince yapılmayacak bir şey yoktur.

Bugün diyelim ki biz kendi mizacımızla bir çözüm buluruz, ama Arap diyelim kendi mizacıyla dur bakalım der, bu yanlış olabilir. Diyelim İranlı şöyle der, çok akıl bir araya gelince gerçek çözümü bulmak daha doğru olur. Daha kapsamlı olur yani, aydınların hepsi düşünürse.

Şimdi biz ne yapıyoruz? Aklı hep Avrupa'dan alıyoruz. Özbek ne düşünüyor? Pakistanlı adam ne düşünüyor? Arap ne düşünüyor? Bildiğimiz var mı? Yok. Onlar da bizim ne düşündüğümüzü bilmiyor. Sadece böyle, ajansların haber verdiği veya siyasilerin birkaç cümlesinden ibaret. Mesela benim bir şiir kitabı Arapçaya çevrildi. Onu da işte bir bilim adamı, Türkolog çevirdi. Ne kadar bastınız diye ziyarete gelen talebelere sordum, 500 adet dediler. 200 milyonluk Arap dünyasında Arapçaya çevrildi yani. Ama 500 adet basıldı. Yani bununla bir yere varamayız tabii. O da tamamen kendi şahsi teşebbüsü. Şimdi bizim işte İslam milleti şuurunu, bilincini yazmalı. Tabii hep her yerde ırk, esasına dayalı millet bilinci var. Mısır'da da öyle, onlarda da Arap sözleri. Peki, Arap birliğini kurabildiler mi? Hayır, onu da kuramadılar.

Yani işte Türkler, biz Türk diyoruz, onlar her biri kendine ayrı isim veriyor. Kırgızlar, Türkmenistan, Azerbaycan, Özbekistan, bunlar bir birlik kurabildi mi? Kuramadılar. Aslında Türk. Biz Türk diyoruz. Hayır, Türk'ü de kabul etmiyorlar. Çünkü onlara Ruslar, sen Kırgız’sın, sen Özbek’sin, sen şusun, sen busun diye yerleştirmiş kafalarına, ruhlarına.

Arapları da işlemişler. İlkin Arap’sın demişler, daha sonra da sen işte Mısır Arap’ısın, sen Suriye Arap’ısın, sen Irak Arap’ısın, sen şeysin. Şimdi ırkla bir yere varılamaz. Bunu atalarımız görmüş ve doğru hale getirmiş. Ama ırkı yok edelim demek de yok, zaten olmaz ve gerek de yok. Bir çeşitliliktir.

Doğada olan bir şeyi, ağaçların hepsini bir ağaç yapalım, olur mu? Her ağacın kendine göre güzelliği, faydası vardır. Güzel bir şeydir. Zaten Kur'an-ı Kerim'de söylüyor, biz sizi işte kabilelere, şubelere, dillere böldük ayırdık ki birbirinizi daha iyi tanıyınız. Çünkü gerçekten hepimiz robot gibi olsa birbirimizi ayıramayız. Bazen ikizler oluyor, çok benziyor, karıştırılıyor. Hâlbuki şimdi gerçekten insanlar çok güzel ayrılıyorlar.  Bu Arap diyoruz, özellikleri var, bu Türk, bu şu. Bu boşuna değil yani. Allah insanları böyle yaratmış. Bu bir zenginlik, güzellik. Bunun hakkını yerine getirmek ama mübalağa etmemek lazım. Aslında mesela diyelim ki bir aile bir takım özellikleri vardır. Meşhurdur, şudur, budur. Boyuna övünse bu nefret uyandırır. Ama mütevazı davransa herkes der, işte parmakla gösterir. Şu ailenin insanları şöyle marifetlidir, şudur, budur. Onun için ırk olayı da böyledir. Irkçılıkla övünmenin bir yeri yoktur. Ama ırkın da değeri vardır, onu yerine getirirsin. Ama millet, tabi çok daha büyük bir olay, hepsinden oluşmuş. Ondan çıkan devlet de tabi tümüne hitap eden bir yapı olmalı.

Yoksa böyle parça bölünmüş bir şey, bunun da altından kalkmak mümkün değildir. Bugün, işte Kürt, Türk meselesi şu bu falan diyorlar. Bir türlü çözüm olmuyor. Neden? Çünkü işin temelinde birleşme yok, bir bölünme kavgası var. Bölüşme kavgası var. Yani her şeyi bölüşemezsiniz zaten. Ne yapacaksınız yani? Parçalayacak mısınız? Hani meşhur hikâyedir. Bir çocuğa iki kadın, benim çocuğum diyormuş, öbürü de benim çocuğum diyormuş. Mahkemeye götürmüşler. Hazreti Süleyman'a derler, Hazreti Ömer'e derler. Hikâyenin versiyonları var. O benim diyor, öbürü benim diyor. Elde bir delil yok, iddia var iki tane. Ne yapacaksın? Bu çocuk hangisinin çocuğu? Hâkim demiş ki, ne yapalım, başka çare yok. Elde bir delil, şahit, şu hiçbir şey yok. Sizin ikinizin iddiası da benim diyorsunuz. Çocuğu ortadan keselim de her bir parçasını birinize verelim. Ne yapalım? Başka çare var mı? Biri atılmış hemen oradan. Demiş, kesmeyin onun olsun. Çocuğu kesmeyin. Hâkim, bu çocuk senindir, öbürünün değil demiş. Öbüründen ses çıkmadı. İşte anne öyledir.

Şimdi, İslam milleti şuuruyla, bilinciyle hareket etsek, çözülmeyecek mesele yok. Ama zaten sen bölmeye, bölmek düşüncesiyle hareket edersen bir şeyi paylaşmak zor. Parçalama, bölmek falan. Bir opera vardı. Pek bizim kültürümüzle ilgili değil. Ben de fazla bilmem, Turandot operası diye bir opera. Rahmetli Necip Fazıl Bey Üstad da çok severdi. Hatta evinde bir ara o operanın plakları vardı. Arada dinlerdi onu. Turandot operasında esas şey şu: Çin Padişahının, Çin İmparatorunun kızı evlenecek. E.. şimdi bu kıza talipler var tabi. Her taraftan hükümdarlar, şehzadeler, herkes geliyor. Buna talip oluyor. Turandot da gençlerden biri. O da geliyor tabi, talip oluyor. Fakat bir sınav var. Sınav da şu: üç tane kadeh koyuyorlar böyle. Kadehlerde işte şarap var. Neyse içki var diyelim. Bunun birisi zehirli. Gelen talip bir kerede bulacak bunun zehirli olanını. Bulamazsa onu reddediyorlar. Hatta ceza, hatta idam ediliyor belki. Talip olmak kolay mı Çin İmparatorunun kızına? Bilemedi mi, idam da ediliyor belki. Hepsi geliyor, işte biri şunu da diyor, bunu da diyor. Çıkmıyor, olmuyor tabi. Gidiyorlar, cezalanıyorlar falan. İsabet olmuyor veya çıkmıyor. Turandot geliyor, üç kadeh ya, sağdakini ortadakine boşaltıyor. Soldakini de ona boşaltıyor. Üçü bir, buyurun diyor, bu zehirli kadehtir. İşte o kazanıyor. Yani hepsi ayırarak çözmeye çalışıyor. Ama birleştirince çözülüyor.

İslam âleminde olan bütün problemler çözülmüşten, ayrılıktan doğan problemlerdir. Şimdi bunları daha da çözmek senin hakkındır, benim hakkımdır, sen haksızsın, sen haklısın. Bununla olmaz. Birleştirdin mi, problemler büyür fakat total hale gelir, genel hale gelir ve onu öyle çözersin. Başka türlü çözemezsin zaten.

Bizim Kürt meselesi de öyleydi. Ben dedim ki hani geçen konuşmalarımda da söyledim. Kürt aydınları,  ayırarak, bölerek bir yere varamayacak. Çünkü İran'la çatışacaksın, Türkiye ile Irak'la o zaman Suriye ile e şimdi Irak’ta Amerika, Suriye'de Rusya var. Bunları güya hepsini bu devletleri yıkacaksın da bir Kürt devleti kuracaksın. Bu olacak şey değil. Bu dördünü birleştirmeye çalışsaydı ki, biz bunu yazdık ben vaktiyle çok yazdım. Bu başlarına geleceği de yazdım. Bunu yapsaydı doğacak devlet elbette Türk devleti olmayacak, İran devleti olmayacak, Arap devleti olmayacak, Kürt devleti olmayacak, Müslüman devleti olacak ve hepsi de orada eşit, hepsi de hür, bağımsızlığını duyacak, devleti olduğunu duyacak, büyük, güçlü, kuvvetli bir devlet olacak.
   Fakat işte hep aydınları diyorum ya bir felakete götürür veya selamete götürür. Ne yazık ki, işte devletin çöküşünden beri panik içinde olan aydınlar, ta Tanzimat, Meşruiyet’ten bu yana sakin düşünemediği için ve beyinleri de biraz yıkandığı için bölünüpte hep kavga ettikleri için ne yazık ki gerek Türkiye'deki aydınlar gerekse Suriye'deki, gerek Irak'taki gerek Kürt, gerek Türk, gerek Arap aydınları, selametli, şamil, geniş ufuklu düşünememekten ve sakin düşünememekten, çünkü düşünmek sakinliği gerektirir. Uzun vadeli düşünememekten, geleceği düşünememekten hep yanlış yollara saplandılar ve zavallı millette tabi bunların kurbanı oldu. Ben şuna benzetirim; eskiden at arabaları vardı, biniyorsunuz, iki at vardır, arabacı var orada onu sürer sonra siz arkada oturursunuz. Bazen atların parlaması diye bir olay vardı, öyle bir deyim var. Atlar bir sebeple huysuzlanır parlar, öyle derlerdi o deyimi. At artık çılgınlaşır öbürünü de sürükler alıp giderler bir yerden uçarlar, arabacıyı da götürür onun için ona çok dikkat ederlerdi, atların parlamaması lazım, işte aydının pozisyonu budur. Halk o arabada arkada oturanlar gibidir. Aydınlar o arabacıdır, onu bilmesi lazım atların o huyunu. At alıp felakete, uçuruma götürebilir. Onun için dikkat etmesi gerekir.

Fakat ne yazık ki güncel yaşamaktan, güncel düşünmekten bir kısmı da gelinceye kadar tabi devlet tecrübesi yok, geliyor. Öğreninceye kadar, zaten biraz öğreniyor, ondan sonra git diyorlar, demokrasi de bu. Adama git diyorlar, Menderes belki bir parça öğrenmeye başlamıştı, adamı götürüp idam ettirdiler. Ayağı çok büyüktür bu şeylerin, hareketlerin.

Bugünkü hadiselerin çoğunun sebebi yine geçmişe dayalı. 70'li yıllarda anarşi, terörü yaşadık. Anarşi, terör, böyle sokakta her gün 20 kişi öldürülüyordu. Bu şekilde bir şey, orada doğdu her şey, yani kökü, sebebi, aydınlar birbirine düşmüştü. Laikliğe karşı tipler sokakta hep eylem yapıyor. Ona karşı da işte bir grup oluştu. Birbirlerini vuruyorlar, tahrik ediyorlar, devlet bir bakıma seyrediyor. Herkes kendi adamını koruyor. O şekilde kökü, burada yatıyor yani o 70'li yıllar. Ondan da evvelkileri söyledim zaten, Tanzimat’tan bu yana.

Çıkış yolu uzun vadeli, köklü düşünmektir. Palyatif tedbirler denir ya hani, arızı ve geçici çözümlerin bir faydası yoktur. Geçmişi çok iyi bilip, mutlaka temeliniz geçmişte olacak, bir de geleceği hesaba katacaksınız. Ufuk, geniş ufuklu düşünerek çözüm bulunması gerekir. Çözümde kararlı olunması, Mesela Osmanlı'ya sert falan derler, hatta bize de biraz tuhaf geliyor. Bir bakıyorsunuz, adam idam edilmiş falan. Şimdi tabii her dönemin şartları da biraz farklıdır. Fakat düşündüğümüz zaman birçok şeyi çözüyoruz. Şimdi adama diyor, en büyük, yüksek mevkiyi almışsan çok büyük sorumluluk üzerine almışsındır. Bunun, gereğinde, cezası idam olabilir. Ona göre hareket edeceksin. Bunun aksi varit değil. Bunun gibi kesindir, dönmez, kararlıdır, yapar. Hatalar da yapılır tabii, yapmamaya dikkat etmek lazım. Şimdi devlet bir takım tedbirleri alıp da uzun vadeli bir bayağı toplu bir paket halinde ve kararlı, ısrarlı bir şekilde gidip de hareket etmezse, ikide bir dönerse, öbür türlü bir tefsirle veya bir şuna başvuralım, bir buna başvuralım, çözülmez. Mesela bu Kürt meselesinde de, gidipte elinin altındaki bir mahkûmla pazarlık yapamazsın. Devlet bu kadar acze düşmez. Devlet buna tenezzül dahi etmez. Devlet vatandaşına bakar, milletinin bir parçasıdır Kürtler. Onun nedir, şikâyetin kaynakları nedir, geçmişte ne var, ne yapabilirim diye bir düşünür, iyi düşünür. Yapabileceği şeyi planlar,  bunu ilan eder ve en kısa zamanda yapar, artık hiçbir şey dinlemez. Bunu yapmaya giriştiği zaman tabii iyi hazırlaması, iyi takip etmesi lazım. Onu yapmaya giriştiğinde biri gelir Başbakanı etkilemeye çalışır, öbürü bakanı dürtükler, öbürü şunu yapar, ona engel olmaya çalışır. Artık onu dinlemeyecek, İyi hazırlanmışsa tatbik edecek. Ama asla da pazarlık yapmayacaksın. Örgüt illegal şey, millete karşı olmuş, insanları öldürmüş. Bunlarla asla pazarlık yapılmaz. Düştün mü o gizli kapaklı bilmem ne… Sen millete ne yapabilirsin?  Ne isteniyor? Millet ne istiyor? Ne yapılabilir? Akıl ne diyor? Tarih ne diyor? Geçmiş ne diyor? Medeniyetimiz ne diyor? Hepsini bir plan haline getirirsin, mümkün olanı en kısa zamanda yaparsın. Ha dersin ben bunu yapıyorum. Başka bir şey yapamıyorum. Razıysanız buyurun. Değilseniz karşıma çıkacak şeylerle ben de savaşacağım. Ona da fırsat vermem, ben eşkıyaya da teslim olmam. Fakat bunu, daha evvelkiler zaten her şeyi karıştırdılar, yanlış yaptılar. Üç buçuk insandır, öldür kurtul politikasıyla yürüdü. Ve birçok insan öldü, faili meçhuller, olacak şey değildir. Devlet kimseyi gidip vurmaz, alır, mahkeme eder, yargılar. Yok, ben de illegal yoldan, devlet illegal yoldan mücadele etmez. Bunlar hep yanlış şeyler.

Yanlış, yanlış, yanlış. Yığıldı, birikti, her şey. On senedir de bocalama. İşte durum bu hale gelmiş. Şimdi gelin bunu çözünüz. Artık mecburi iş başa dönüyor. O da, işte çözüm belli. İslam milleti, İslam devleti, İslam medeniyeti, bu üçüyle çözüm. Bütün Müslümanların temel alacağı ana şey bu. Bütün meselelerinin çözümü. İslam ülkesi dört kavram. Çok da zor değil.

 İslam ülkesi, İslam milleti, bütün Müslümanların yaşadığı yer benim yurdumdur, ülkemdir, vatanımdır. Bütün Müslümanlar benim milletimdir. Bir millet, İslam milleti. Üçüncüsü, bunların bir tek devleti olması lazım. Ha bu federatif olur, şu olur, bu olur ayrı. Bir de İslam medeniyeti, bizim medeniyetimizdir. Bu medeniyetin diğer medeniyetlerle ilişkileri olur, olmaz. O ayrı bir konudur, tabii ki olur, alışverişi olur.

Fakat bir medeniyet, efendim; ‘bugüne kadar işte biz bir geçmişte yaşadık. Şimdi dünya medeniyeti, Batı medeniyetidir, biz de ona dâhil olalım’ sözü yanlıştır. Neden yanlıştır? Çünkü Batı medeniyeti, medeniyet olarak Avrupa'yı aşamaz. Kökünde Avrupalılık, yani batılılık yatar. Diğer insanları kendinden ayırır. Kökünde az da olsa, çok da olsa Hıristiyanlık vardır. Kökünde işte Avrupalılık vardır. Avrupa'nın menfaati, Avrupa'nın üstünlüğü, üstün ırk anlayışı var. O da aşağılık duygusundan doğar. Üstün ırk iddiası da aşağılık duygusu da oradan geliyor. Kökünde bu olduğu için ne kadar bilimde ilerlese, ne kadar teknolojide ilerlese, dünya medeniyeti olamayacak. Olamadı ve olamayacaktır. Avrupa, Batı medeniyeti olarak olabilir, vardır. Bunu görüyoruz, yararlanabiliriz. Fakat Batı medeniyeti, insanlık medeniyeti olamayacaktır.

İnsanlık, bir medeniyet olsun mu? Olsun. Ama benim medeniyetim, insanlık medeniyeti olsun diyeceksiniz. Yani diyelim ki, bir de dünya dili olacaksa, İngilizce olmasın o. O Arapça olsun, Türkçe olsun, biri olsun, bir Müslüman dili olsun. Farsça olsun. Ama bir Müslüman dili, dünya dili olsun, aydınlar dili olacaksa eğer, çok da şart değil. Bütün dünya bir yazı yazsın, Latin yazısı, hayır bizim yazımız olsun o dünya yazısı. Biz öyle düşünmemiz lazım. E buna layık mıdır? Evet, elbette layıktır. Bizim dillerimiz de layıktır, dünya dili olmaya. Yazımız da layıktır. Nitekim onlar rakamları, bunu bir iki defa söyledim. Roma rakamı. Bakın Latin yazısıdır ama Roma rakamları diye bir rakamlar vardır. Ama matematikte kullanılan rakamlar Roma rakamı değildir. O rakamlar, bakmışlar ki yürümüyor, Müslümanlardan almışlar, Arap rakamı demişler. Arap rakamları, onu almışlar biraz, yani bugün bizim de kullandığımız rakamları. Kullandığımız rakamlar aslında Müslümanlardan alınan rakamlardır. Ama biraz değiştirmişler. Bir, birdir, aynıdır zaten. İki, bilmem, ucuna bir ilave yapmış. Üç, bir şey yapmış. Dört, yani bizim rakamlardır onlar. Çünkü yürümezdi. Ama yazı, kendi yazıları, biz kalktık o yazıya aldık. Tabii büyük bir yanlışlık yaptık. İslam birliğinden kopmuş olduk, kültürde. Türkî Cumhuriyetlerine de kötü örnek olduk. Şimdi onlar da bölündüler. Kimsi Latin yazısı alıyor, kimisi kril,  bütün bunlar aydınların problemi…

Dört kavramı temel olarak alıp, meseleleri ona göre çözmemiz gerekir. İşte o da dediğim gibi İslam ülkesi, nerede bir şey oluyor? Fransa bugün Mali'yi mi rahatsız ediyor? O beni ilgilendirmeli, Mali benim vatanımdır, çünkü Müslümanım. Suriye'de olan hadiseler bizi ilgilendirmeli, Suriye benim toprağımdır. Irak öyleydi. Afganistan benim toprağımdır.

Böyle düşünmemiz lazım. Millet benim milletim. İşte bir de bütün bunları gerçekleştirecek bir güç, bir birlik, bir devlet olması lazım. Bunlar ideal olmalı. Geçmişi var. Çok güzel temeller var. Geçmiş araştırıldıkça ortaya çıkacak kaynaklar. Bunları ön plana çıkarıp bilim adamları çalışmalı. Fikir adamları çalışmalı.

Devlet adamlarından fazla bir şey beklenmez. Onlar günü kurtarmaya çalışırlar. Ama aydınlar böyle hareket ederlerse, iyice beslenip bilinçlenirlerse, devlet adamları da buna tabi olacaklardır.

Bugün, aydınlar devlet adamının peşine takılıp gidiyor. Hâlbuki aydınların yönlendirmesi lazım devlet adamını. Hâlbuki tersi oluyor. Birisi bir devlette bir mühim bir şey oldu mu herkes onun peşinden koşup gidiyor. Bu yanlıştır. Aydınlar, her birinin bir yeri, ağırlığı vardır, değeri vardır.

Devlet adamına belli mesafeden, gereken doğruyu söylemek lazım. Biz de yazdık, söyledik. Mahkemelere verildik. Bilmem şu oldu bu oldu. Kitaplarımız toplatıldı. Ama hamdolsun ayakta durduk. Hapis cezası verdiler, kaçak yaşadık, bir şeyler oldu. Bugün geriye dönüp baktığımız zaman, istediğim şeyleri yapamadıksa da yapabildiğim kadarıyla yaptım. Fakat söyledim,  inandığımı, doğru bulduğumu söyledim, ısrar ettim. Hatta bir anımı söyleyeyim, 12 Mart, ben Ankara'ya tekrar memuriyete dönmüşüm. Ama o arada mahkemelerim var. Sonunda da mahkûmiyet, kaçak duruma düştük. Orada kala kaldık. Neyse üç yıl böyle kaçak yaşadık. Memuriyet hayatındayız Ankara’da. Fakat aslında her an götürülebiliriz. Ama olmadı elhamdülillah. Arkadan af çıktı 74 yılında. İstifa ettim memuriyetten. Geri geldim, Cağaloğlu'nda bir yer tuttuk, Dirilişi çıkartmaya başladık. İşte o 68'li yıllarda falan gelip giden, tanıdıklardan biri ki biraz o zaman için genç değil. İki kişi geldi. Biri dedi ki, inat ettin, bu işe devam ediyorsun. Tabii iyi niyetli de fakat kelimeyi yanlış söylüyor. İnat etmedim dedim. Israr ettim. Buna ısrar diyeceksin. Biz ısrar ettik. Israr etmeye devam ediyoruz. İnat iyi bir şey değildir ama ısrar güzel bir şeydir. Israr edeceksiniz. Israr ettik. İnşallah dedik bunun sonu da gelir. İşte o gün, tabii ki direnmek lazım. İyi gün olur, kötü gün olur. İyi günde beraber olup da kötü günde gidenler makbul bir şey değildir. İyi günde, kötü günde beraber olmak lazım. Devam etmek lazım.

Bir gün tabii Allah, her şey onun elinde istediği anda bir günde yapar. Fakat bizim ona layık olmamız lazım. Yoksa elimizden gene kaçırırız. Kaçırmamak için onu kendi emeğinle kazanacaksın ki değerini bilesin, kaçırmayasın. İşte inşallah bizler de sizler yetişeceksiniz. Kimisi zaten yetişmiş. İnşallah her biriniz bir ucundan tutun. Fakat kargaşalığa meydan vermemek için bu dört temel kavramı unutmayın. Hani dört direk gibi bir şey. Dört direk, dört sütun üzerinde durur ya. Bunlar temel. İslam milleti, İslam devleti, İslam medeniyeti, İslam ülkesi. Her çözümde bunları temel almak lazım. Yoksa çürük olur. Temelsiz, sütunsuz bina yaparsınız. Havada güzel görünür ama ilk rüzgârda göçer gider. Onun için inşallah artık aydınımız temelden alacak ve İslam ülkelerindeki bütün aydınlarla da bu şekilde birleşecek ve sonuç alınacaktır inşallah.” (Sezai Karakoç’un 2 Şubat 2013 tarihinde yaptığı konuşma)      http://yucedirilis.org.tr/2-subat-2013-tarihli-konusma/

Alıntılayan: Nizamettin Yıldız



Bu yazı 1019 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
Henüz anket oluşturulmamış.
YUKARI