Dua bir ibadettir. Dinî kitaplardan öğrendiğimize göre duanın bir adabı vardır ve duanın kabulü biraz da adaba uyulmasına bağlıdır. Mesela, dua esnasında sesi yükseltmemek, bağırıp çağırmamak esastır; kafiyeli, secili, abartılı söyleyişlerden uzak durmak gerekir, samimi, içten nasıl geliyorsa öyle yalvarmak duanın şekil şartlarındandır.
Şekil şartları yanında dua sözleri de kabulün önemli parçası olduğu için dua edenler genelde peygamberlerin, salih kulların ve Peygamberimizin kabul edilmiş dualarını okurlar. En çok okunan dua sözleri Kur’an’da ve Hadis kitaplarında geçenlerdir.
Fakat yaratıcı ile kul arasına bir ibadet olan dua da siyasallaşmıştır. Çünkü bu ülkede her şey, her şeyle ilgilidir. Bundandır ki Cuma namazına gitmemesine rağmen kadınından parti yöneticilerine kadar hutbede kimlerden nasıl bahsedileceği veya bir kişinin adının geçip geçmemesi sık sık gündeme gelmektedir.
Bazı kişilerin dua sözlerinde yer almaması kadar alması da sorundur. Çünkü mü’minler dualarını şahsa özel yapmaz. Duayı genelleştirir. Bu da duanın adabındandır. Şahsa ait duaların önü dinimiz tarafından kesilmemiştir muhakkak. Ancak “Allahım, beni, babamı, annemi ve bütün Müslümanları bağışla” duasında olduğu gibi duaya bütün mü’minler, mü’min olmak hasebiyle girer. Hasta için dua edilirken bile tek hasta istisna edilmez, bütün mü’min hastalara dua edilir. “Yolda kalmışlara, mazlûmlara, şehitlere, gazilere” diye muhatap genellenir. Bundan dolayı günümüzde Mevlid kandillerinde, diğer mübarek gün ve gecelerde yapılan dualarda özel isimler yoktur, görev isimleri, toplumdaki yaygın yerleri ile zikredilir insanlar. Padişah için yapılan duada bile özel isim yokken, sadece “Padişahım çok yaşa” ile yetinilirken: Cumhuriyet döneminde kurucu kişilerin isimlerinin mutlaka dua sözlerinde geçirilmesinde ısrar edilmesi, özel isim zikretmeyen görevlilerin ve Diyanet’in tehdit ve hakaretlere maruz kalması tamamen ideolojik bir tavırdır.
Bu ideolojik tavır olağanüstü dönemlerde nüksetmiştir. Çünkü olağanüstü dönemlerde dönemler, devletin elinde silah tuttuğu, zorbalığın hüküm sürdüğü, bol miktarda tehditlerin savrulduğu dönemlerdir. Olağanüstü dönemlerden en çok ve en önce etkilenen alan da dini hayat, dini söylem ve din dilidir.
İstismara, provokasyona en müsait olan bu din dili ve üslup, sonuç almakta da verimli olmuştur ! Öyle ki !2 Eylül askeri darbesinin; özel olarak Keman Evren darbesinin askeri müdahale gerekçelerinden biri duada geçen Atatürk sözünün protesto edilmesidir.
Kenan Evren, Anıları’nda (Milliyet Yayınları 1990, Cilt 1, s. 434) bu olaya özel olarak yer veriyor ve şu satırları yazıyor :
“ATATÜRK'E YUH ÇEKİLİYOR
15 Mayıs günü İstanbul'da çok çirkin bir olay cereyan etti. O gün Regaip Kandili olduğundan camilerden birisinde mevlût okunuyor ve mevlût televizyondan naklen veriliyordu. Mevlûdun sonunda duası yapılırken Atatürk'ün ismi hoca tarafından söylenince bir grup tarafından yuh çekildi ve lanet olsun diye bağırıldı. Bu olay yurt çapında büyük yankı yaptı. Tabii aşın solun ekmeğine de yağ sürülmüş oldu. 18 Mayıs Pazar olmasına rağmen Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve İkinci Başkanın katıldığı bir toplantı yaptık.”
İnternet bilgilerine güvenecek olursak bu protesto "Türkiye İslamcı Gençlik”in ilk toplu eylemi imiş. Ve eylem yeri ve zamanı olarak cami, Regaip Gecesi seçilmiş. Duahan Yahya Eskişehirli : "Kurtuluş Savaşının muzaffer kumandanı, Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Kumandan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının da ruhlarına ikram eyle Yarabbi" sözlerine 20 sakallı genç "lanet olsun" diye bağırarak, tekbir getirerek, yuh çekerek camiden çıkan gençlerden hiç kimse yakalanamadı. Tek kanallı TRT televizyonunun canlı yayınındaki bu olay ile dönemin “İslamcı siyasi hareketi MSP” ve başkanı Erbakan arasında hemen bir irtibat kurulur. Necmettin Erbakan’ın olayı kınaması ve tertip olduğunu söylemesi TRT’de yer almaz.
Hem canlı yayında duaya protesto edenlerin hem İstiklâl Marşı okunurken oturanların yakalanmamasından, kim olduklarının açığa çıkarılmamasından ve Kenan Evren’in bu hususları günlüklerine not etmesinden anlıyoruz ki bu işler organize işlerdir, Kenan Evren’in bile önceden haberdar belki de içinde olduğu olaylardır. Çünkü “bir işe yaramaktadır.”
Öyle anlaşılıyor ki Türk siyasi hayatını dizayn etmek isteyenler için din, daha doğrusu dinle ilişkilendirilmesi kolay olan bazı olaylar çok elverişli bir ortam hazırlamaktadır, kişiler ve olaylar buna göre seçilmiş, özel olarak tertip edilmiştir. 31 Mart Olayı böyle bir olaydır. Menemen Olayı böyle bir olaydır. Atatürk’ü Koruma Kanununun çıkarılmasına vesile kılınan Ticanilerin heykellere saldırması böyle bir olaydır.
Meclis kayıtlarında geçtiğine göre (www5.tbmm.gov.tr/devi) “1950 seçimleri öncesi "Ticanîler tarikatı" müritleri (tarikat şeyhi Kemal Pilavoğlu), Atatürk heykellerine saldırıyor, kırıyor, dağıtıyor, yıkıyor, toplumda gergin, sinirli bir hava estiriyorlar. Şeyh, 26 müridiyle yakalanıp adliyeye sevk ediliyor. Atatürk'ü Koruma Kanunu'nu (5816 sayılı kanun çıkmasına da vesile olan Ticanîler tarikatının Şeyh Kemal Pilavoğlu 1950 seçimlerinde CHP'den Ankara milletvekili adayı oluyor. Şeyh, müritleriyle 1950 seçim sathında köy köy gezip CHP'nin propagandasını yapıyor.”
Kanunun maddeleri şöyledir : 1. Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. Bu yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır. 2. Birinci maddede yazılı suçlar, iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunulacak ceza yarı nispetinde artırılır. Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.”
Anayasa’da hâlâ yerini koruyan ve ne zaman, hangi olay veya söz ile kime/kimlere çarpacağı belli olmayan bu kanunun çıkmasına vesile olan Kemal Pilavoğlu’nun CHP’den mebus adaylığı ile ödüllendirildiğine göre Fatih Camiinde Atatürk’ün isminin geçtiği duayı protesto edenlerin ve Konya’da İstiklâl Marşı okunurken oturarak mitingi provoke edenleri ve 12 Eylül darbesine gerekçe hazırlayanların ödüllendirilmemesi düşünülemez.
Dua protestosu ! TRT’nin dini içerikli programları için de kırılma noktası olmuştur. 12 Eylül’den sonra Atatürk vurgulu dualar TRT yayınlarından başka mahalli olarak illerde ve ilçelerde okutulan mevlid kandili ve diğer mübarek gün ve gecelerin dillerine girmiştir. TRT, Perşembe akşamları yayınladığı İnanç Dünyası, mevlid ve diğer dini içerikli programları canlı yayın olmaktan çıkarmıştır. Bugün Kadir Gecesi, Mevlid Kandili, Regaip Gecesi diye yayınlanan programların çekimi ikindi sonrası yapılmış, akşam yayına verilmiştir. Elimde Kadir Gecesinde yayınlanmış fakat sık sık ikindi sonrası İstanbul’undan manzaraları veren çekim örnekleri var. Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç, mevlid yayınlarında “Ya Allah, Şefaat Ya Rasullallah” nidalarına; takkeli, sakallı, cüppeli cemaat görüntülerine yer verilmemesi gibi hususlarda da 12 Eylül askeri bürokrasisinden ikazlar geldiğini anlatır hatıralarında.[1]
12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 post-modern darbesinden sonra sadece TRT’nin dinî içerikli programları değil, Cuma ve Ramazan, Kurban Bayramlarda da dualara başka bir çeşni geldi. Hâlâ bazı özel televizyonların iftar programlarında bant yayın olarak tekrar ettirilen İftar Duası bu zihniyetin ürünüdür. Dr. Faruk Ermemiş tarafından yazılan bu dua metni şöyle demektedir : “Allah'ım. Senin rızan için oruç tuttum. Sana inandım. Sana sığındım. Senin rızkınla orucumu açtım. Hamd olsun verdiğin nimetlere. Sağlık ve afiyete. Ey bağışlaması bol Rabbim. Beni, anamı, babamı, ailemi, milletimi, Devletimi ve inananları koru. Rahmetini yardımını esirgeme ülkemizden. Bizlere yaşama sevinci ver. Her türlü güçlüğe karşı dayanma gücü ver. Senin her şeye gücün yeter. Amin.”
Bu dua metninin yarısı millete ayrılmıştır yarısı devlete ve aktüel hayata ayrılmıştır. “Beni, anamı, babamı ve bütün müminleri bağışla” niyazı (ki bir âyettir); “milletimi, Devletimi ve inananları koru”. ile yer değiştirmiştir. Geri kalan kısmı tamamen “milli bir dua”dır. “Rahmetini yardımını esirgeme ülkemizden. Bizlere yaşama sevinci ver. Her türlü güçlüğe karşı dayanma gücü ver. Senin her şeye gücün yeter. Amin.”
Bu duada (en azından bir kısım) dindarları rahatsız eden kelime “devlet”tir. Çünkü devlet denilince akla ezanı asli sözleri ile okumanın yolunu açan, dini tahsilin, hacca gidişin, türbeleri ziyaretin vs. üzerindeki yasakları kaldıran Menderes ve iki arkadaşını asan devlet gelir. !2 Mart müdahalesinde, 12 Eylül ve 28 Şubat sürecinde dini hayatı kısıtlanan, zarar gören milletten devlete dua etmesi, o duaya gönülden Amin demesi beklenemez. (Bütün Müslümanlar kardeştir) âyeti uyarınca duaya bütün Müslümanlar dahil edilmesi gerekirken rahmetin ülkemizle sınırlandırılması duanın dini gerekliliklerine aykırıdır ve kabulüne engeldir. “Bizlere yaşama sevinci ver, her türlü güçlüğe karşı dayanma gücü ver” dilekleri ülkenin içinde bulunduğu psikolojik, ekonomik, siyasi vb hayatın ne kadar kötü, umutsuzluk ve zorluk taşıdığını göstermektedir aslında. İftar vaktinde yapılacak dua öncelikle orucun ve diğer ibadetlerin kabulüne, günahların affına, cehennemden kurtuluşa, cenneti istemeye, Ramazan’da inen Kur’anı anlamaya ve emirlerine uymaya, nehiylerinden uzak durmaya dair olması gerekirken tamamen dünyevi bir dua edilmekte, ettirilmektedir. Bu dua, siyasi olduğu kadar seküler bir duadır.
Dememiz odur ki askeri darbeler, süreçler Diyanet’in sadece hutbe ve vaaz dilini değil, dua dilini de değiştirmiştir. Bu husus ayrıca incelenmeye değer bir husustur. Konumuzu örneklemek bakımından 12 Eylül askeri darbesinden sonra (81’de olmalı) TRT’de yayınlanan bir Mevlid Kandili programının duasına yer vermek istiyorum:
“Ya Rab! Yalnız sana ibadet eder yalnız senden yardım dileriz bizleri doğru yoldan ayırma Ya Rabbi. Bizleri bağışla Ya Rabbi. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışan münevver, hakiki Müslüman kullarından eyle Ya Rabbi. Amin.”
Görünüşte çok masum ve iyi niyetli dua metnine yakından baktığımızda görüyoruz ki duahan bu metinle Konsey’e selam vermektedir. Duayı ikiye bölmekte; birinci kısımda millete hitap etmekte, dinleyenleri ikinci kısımda “dönemsel milli bir dua”ya çağırmaktadır. Müslümanlar “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi ahiret için” dua etmez. Hadisişerifte bir Müslüman tarifi yapılmaktadır. Fakat Türkiye’nin hiç ölmeyecekmiş gibi çalışan (üreten, ülkeyi kalkındıran) insanlarına ihtiyaç vardır. Ülke darboğazdadır. Yokluklar, yoksulluklar, zamlar, işsizlikler, dış ticaret açığının zirve yaptığı zamanlarda 12 Eylül rejimi moral destek istemektedir. Bu dua onun bir ifadesidir. Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışan, “münevver, hakiki Müslüman’lar doğru yoldan ayrılmamaya çağrılmaktadır. Hem İslam ve Allah’a giden istikamet, hem sağ-sol kavgalarından uzak ! 12 Eylül askeri rejimini de ihsas ve imadan uzak durmayan bir ifade ve bir yoldur bu. Kimseyi özellikle askeri kesimi ve asker bir genel müdürün vaziyet ettiği TRT’yi kesinlikle rahatsız etmeyen bir dil ve üslup. “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için” ile “hemen ölecekmiş gibi ahiret için” çalışmak, laiklik hususunda gayet hassas olan Kenan Evren ve konsey arkadaşları niye rahatsız etmiyor? Çünkü bu rahatsızlık devamı kelimelerle telafi ediliyor. Bu kişiler, “münevver”dir. Hakiki Müslümanların ayırt edici özelliği münevver olmalarıdır. Münevver kimdir, hangi bilgi ve fikir sahiplerine münevver denir gibi soruları akla getirmeden ideal tip olarak münevver kul olmak istenmektedir Allah’tan.
Diyanet de TRT de bu kadar ince düşünmüş ve kontrolü bir dil kullanmış olabilir mi denilebilir. O günleri yaşayan biri ve Evren’in her konuşmasında: yer verdiği “Konsey üyesi arkadaşlar olarak toplandık ve karar verdim.” Sözlerini ezberlemiş biri olarak TRT’’nin ve günlük basının karikatürlere varıncaya kadar ne kadar kontrollü ve sansürlü yayın yaptığına şahit olduğumuz için söylediklerimizin iddia değil tespit olduğunu söylüyoruz. Dinî dil bu konuda hiç zorlanmaz; okumuş yazmış din görevlileri her durumda bir ifade ve üslup keşfeder; şiş de yanmaz kebap da. ‘Zalim hükümdar karşısında hak söylenmiş’ olmaz ama söylenenler; zalimin de hakikatin de işine yaramaz.
Üniversitelerde ortak bir yüksek lisans veya doktora konusu olarak çalışılabilir. 24-60 ; 60-80; 80- 95, 97-2003, 2003’ten günümüze ayrı bir akademik çalışmada hutbe ve vaazların, Diyanet İşleri Başkanı tarafından yapılan bütün açıklamaların bu konuda çok ilginç sonuçlar vereceğini söyleyebiliriz.
Bu konu bize din dili, Diyanet yetkililerinin dilini kullanma kıvraklığı, uyum sağlama kabiliyeti, âyet ve hadisişeriflere kazandırılan yorum zenginliği ! gibi hususları öğrenmiş olacağız. Bu sonuçlar bize “Diyanet İşleri Bakanlığı dinî hüviyeti olan ilmî bir kurum mu yoksa genel idare içinde yer alan idari, bürokratik bir kurum mu, bunlardan hangisi ağır basıyor” gibi konularda bir fikir verecektir. Belki de Diyanet’in bundan sonraki çizgisi için bir hareket yolu çizecektir.
Diyanet’in siyasi hayata olan dua ile dahli son yılarda başka bir veçhe kazanmıştır. Sadece Diyanet değil, özel televizyonların da dua dilinde yenilikler, gelişmeler, genişlemeler var ve bu gözlerden kaçmıyor. Bu makalenin girişinde dua ile ilgili yazdığım satırları genişleterek Diyanet Başkanı önde olmak üzere müftülere, vaizlere, imamlara dua şöyle olmalı, şu özellikleri taşımalı demek hem haddini bilmemek olur hem ağırıma gidiyor. Ama dua niyetine sarf edilen sözlerin de dua olmadığını, vaziyeti kurtarmak kabilinden sözler olduğunu hele bazı özel televizyonların Cuma vb vesilelerle yaptıkları duaların ideolojik söylem olduğunu belirtmek durumundayız.
Bir tesisin açılışında “Ya Rabbi bu tesisimizi ümmete, Müslümanlara, insanlığa hayırlı eyle. Yapımında emeği geçenlerin amel defterlerinin açık kalmasını sağlayan salih amellerden eyle, çalışanlarına güç ve sıhhat ver” şeklinde kısa bir dua etmek varken sözü dört bir yana dağıtıp sonra da toparlayamadan bitirmek dua değildir. Diyanet’e yakışmıyor.
Bir idari temsil ve protokol ağırlığı olan Başkanın ağırlığı siyasi toplantılarla hafifleştirilmemelidir. Bunun için müftülerden, din işleri kurulundan görevlilerden yararlanılabilir.
Diyanet İşleri Başkanını çok görünür kılan bu dualı katılımların bir gün tersine dönebileceği ve özel isimlerle dolu bir duasal törene dönüşebileceği düşünülmelidir.
Özel televizyonların dualarında, Allah’a vaadiyle bağlamak istercesine duanın kabulünü zorlama anlamında sözler sarf edenler var ki onlara söylüyorum. Dua siyasi mesaj vermek için vasıta metin olmamalıdır. Dakikalarca vaaz cümlesi sıralayıp sonunda o mesaj cümlelerini bir temenniye bağlamak dua değildir.
[1] Ülkedeki parlamenter sisteme son verip devlet başkanlığından ve cumhurbaşkanlığından hevesini almak isteyen Kenan Evren’in (bu tabir kendisinindir) ikinci provokasyonu 6 Eylül 1980’de Konya’da gerçekleştirilen “Kudüs’ü Kurtarma ve Mili Gençlik Yürüyüş ve Mitingi”nde, İstiklâl Marşı okunurken yapılan oturma eylemi provokasyondur.
Dönemin Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler’in şahitliğinden anlıyoruz ki İstiklâl Marşı okunurken kaç kişinin oturduğunda kesin bilgi yoktur. Rivayetler 4-5 kişiden 30-40 kişiye ve üç bin(3000) kişiye kadar çıkıyor.
“6 Eylül sabahı (…) Tertip Komitesi İstiklâl Marşı’nın kasetini yanlarına almayı unutmuş. O kalabalıkta ulaştırmak da mümkün değil. Erbakan Hoca sinirlendi. Sonra da İstiklâl Marşı’nı kendisi okuttu. Erbakan Hoca ‘ses veriyorum’ dediği sırada kalabalıktan bir ses ‘Ezan sesi istiyoruz, İstiklâl Marşı istemiyoruz’ diye bağırdı. Hoca, duymazdan geldi, coşkulu bir İstiklâl Marşı okuttu. Fakat kalabalığın içinden beş kişi İstiklâl Marşı okunurken yere oturdu. Bunlar Konyalı değildi. Kimse tanımıyor bunları. MSP'li değil, Konyalı değil. Ertesi gün gazetelerde fotoğrafları çıktı. Fakat bu beş kişi, yüzleri açık açık bilinmesine karşın bugüne kadar yakalanamadılar. Kanaatimce onlar devletin ajanlarıydı. 7 Eylül günü savcılığa giderek bu kişiler hakkında suç duyurusunda bulundum. O kişilerin devletin ajanı olduğundan çok eminim.” (Mehmet Keçeciler, Merkez Siyasetin Perde Arkası, hayykitap, İstanbul-2014, s. 64-72)
Geniş bilgi için bakınız. Kâmil Yeşil, Hem Okudum Hem Yazdım, Şule Yayınları, İst. 2025