Cemal Süreya, Sezai Karakoç’un Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde sınıf arkadaşıdır. Sezai Karakoç anılarında Cemal Süreya ile ilk tanışmalarını, kendisinin hatırlamadığı bir biçimde onun ağzından nakleder: “Onun anlattığına göre onunla ilk karşılaşmamız İstanbul’da Yıldız Yokuşunda olmuş. SBF imtihan sonuçları, o zaman Yıldız’da bulunan Teknik Okulda ilan edilmişti. Ben listeye bakmış, dönüyormuşum. Cemal de bakmaya gidiyormuş. Güya, bana kendisinin kazanıp kazanmadığını sormuş, ben de ‘senin kazanıp kazanmadığını bilmiyorum ama ben kazandım’ demişim. Bu olayı hiç hatırlamıyorum. Cemal’le tanışmam Fakültede olmuştur. Öyle bir karşılaşmamız olsa bile, konuşmamızın Cemal’in anlattığı gibi olmasına imkân yoktur. Çünkü böyle bir durumda, onun önce kazanıp kazanmadığımı sorup beni kutladıktan sonra kazananlar arasında kendi isminin bulunup bulunmadığını sorması nezaket gereğidir. Zaten soruyu böyle sormamış da, doğrudan kendinin durumunu sormuşsa hatayı baştan etmiştir. Ama gerektiği şekilde sormuşsa, benim kazandığımı söylemem de normaldir. Onunkini bilmem ise imkânsız. Bir imtihanda kazanan yedeklerle birlikte 200 kadar kişinin ismini bir bakışta hafızaya geçirmek mümkün değildir. Tanıdık olsa olabilir. Fakat tanıdık olmayınca nasıl hatırda tutabilirsiniz? O zaman henüz tanışmış olmadığımıza göre, onun listede bulunup bulunmadığını bilmem mümkün değil.”
Sezai Karakoç, bu olayın üzerinde fazlaca durduğunu elbette biliyor. Fakat bazen basit bir olay bile insanların mizacını ortaya koyar. Çoğu zaman büyük bir olayın içyüzünü küçücük bir ipucu hemen çözüverir. Sezai Karakoç da bu olayı Cemal Süreya’nın mizacını anlatmak için iyi bir örnek olarak ele alıyor. Böyle bir olayı onun, yıllar sonra bile kendisini itham etmek için kullanmaya kalkıştığını söylüyor. “Yani beni gururla suçlamaya yeltenmiştir aklınca. Oysa, olayları kafasında evirip çevirip istediği şekle sokan ve gerçeğinden çarpıtan kendisidir. Yazılarında, bu tür, sözde benimle ilgili anıların hiç biri gerçeği yansıtmıyor. Hep yozlaştırılmış, çarpıtılmış, yamru yumru hale getirilmiş hatıralar. Suçlama biçimine sokulmuş iddialar. Tümünü bir arada düşünürseniz, belli bir psikolojinin ürünü abartmalar ya da gizlemeler, saklamalar, örtmeler olduğunu görmeniz kolaylaşır.” (Diriliş, Hatıralar, Dönem: 7, Sayı: 49, 23 Haziran 1989)
Bu belli psikoloji ne olabilir? Kendisinin Marksist bir solcu olmasına karşılık, acaba Sezai Karakoç’un samimi bir mümin olması mı? Düşünceleri sağlam, görüşleri isabetli, kararlı, mert, gösterişe asla iltifat etmeyen kişiliği dolayısıyla hep imrendiği, ama asla onun gibi olamayacağını bilmesinden mi? Elbette çok neden sayılabilir. Bir kere Sezai Karakoç hep yeni şeyler söylüyor. Arkadaşlıkları daha çok şiir dolayısıyla olduğu için, Cemal Süreya onun bu konuda erişilemez olduğunu görüyor. Nitekim daha sonra bu durumu: “Bulgucu adam. Belki de ülkemizde tek bulgucu. Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif’in tinsel görüntüsüyle, adamakıllı dürüst bir Necip Fazıl’ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edebilirsiniz” diye ifade ediyor. Ama dikkat edersek burada bile ilginç bir mizaç ortaya çıkıyor: Sezai Karakoç’un değer verdiği iki büyük insan, iki büyük şair ve düşünür, ancak bir adam ediyor. Yani bir bakıma onun süt emdiği iki kaynağı kendisince küçültüyor. Bu hükmü veren kişi olarak da yine kendisince, güya üçünü birden tahakkümü altına almış oluyor. Söz gelimi, ortada hiçbir sebep yokken, yazısında Aydınlar Ocağı’nı ile sürüyor ve Sezai Karakoç’un Aydınlar Ocağı tipiyle aralarında en küçük bir benzerlik olmadığını söylüyor. Burada, onun çevresinin de kendisine lâyık olmadığını ima ediyor. Yani kısacası Sezai Karakoç, hem selefleri ve hem de çevresi bakımından kendisine lâyık olmayan bir yerde duruyor demek istiyor ve o zaman moda olan, kendisinin de içinde bulunduğu sol çevreden uzaklığını eleştirmiş oluyor.
“99 Yüz” başlıklı kitabında Sezai Karakoç için sitayişkâr cümleler kullanıyor: “Yaşama konumu olarak da tek ve benzersiz bir kişi. Tek ama, 1960’tan bu yana mukaddesatçı kesimde boy gösteren sanatçı ve yazarları en çok o etkilemiş. İsmet Özel bile yeni yöneliminde ilk onu aramıştı.” Ama arkasından yine alaycı ve küçümseyici cümleler geliyor: “Karakoç ise bir yerde inancının çılgını. Onunla delici bir ideolojiye ulaşmak ister. Bunun için her şeyi bilmesi gerektiği kanısındadır. İnancı hem silahı, hem çocuğudur. Düşüncesini iyice soyut bölgelere götürür. Mantığını yitirir, bir başka mantık bulur. Sözgelimi İstanbul başkent kalsaydı Türkiye’nin durumu daha iyi olurdu diyebilir. Ayasofya’nın cami olarak açılmasıyla bir kurtuluş olasılığının belirebileceğini bile sezdirebilir.” Evet işte inanç çılgınlığı ile suçladığı Sezai Karakoç, aynı zamanda hiçbir zaman vazgeçemediği bir arkadaştır. Çünkü kendisi, âdeta şiir için yaşayan bir adamdır ve Sezai Karakoç da onun için “ülkemizde tek bulgucu”dur. Öyle ya, sık sık Karakoç’tan mısralar çalıyor, arkadaşı da çaldığı bir mısra yüzünden yazdığı koca şiirleri yayınlamaktan vazgeçiyor; ama her şeyi de hoş görüyordu.
Sezai Karakoç’la Cemal Süreya’nın asıl arkadaşlığı fakülte ikinci sınıfta başlar. Cemal Süreya gizli gizli şiir yazmakta, onları herkesten saklamaktadır. Karakoç onu, şiirlerini Mülkiye Dergisi’ne vermesi için zorluyor. “O zamanlar, davranışları biraz üstten bakma şeklinde olduğundan arkadaşlarca yadırganıyordu. Ben öyle olmadığını söylüyor, Cemal’i savunuyordum. Bu şekilde Cemal’le arkadaşlar arasında yakınlık kurulmasını sağlamışımdır. Yoksa, o onları, onlar da onu dışlıyorlardı. Zamanla benden daha çok birbirlerine yakın oldular. Cemal bunları bilmez. Bunları hiçbir zaman kendisine hissettirmemiş, söylememişimdir.”
Karakoç, Cemal Süreya ile arkadaşlığını, onun zeki ve yetenekli olmasına bağlıyor. Dolayısıyla birçok konuyu onunla konuşabiliyor. Daha çok da sanat ve şiir üzerine konuşmaları, bu arkadaşlığı pekiştiriyor: “Yeni şairleri değerlendirmemiz, her günkü konuşmalarımızdan, alelade konuşmalarımızdandı. Bir konuyu ben bir ucundan tutardım, o öbür ucundan. Ön ve arka yüzüyle anlamını ortaya dökmek isterdik adeta onun. Konuşmalarımız, gençlik icabı, bir imaj ve espri sağanağına dönebilir ve birdenbire noktalanabilirdi. O sırada aklımızın takıldığı nokta, mantık dışı, mantık ötesiydi. Bu benim şiirime metafizikle ilintili olarak üstü kapalı ya da imajlar halinde girmişken, Cemal, hemen, tam onunla dolu, fakat daha çok ironi şeklinde, birkaç şiir yazmıştı. Diyelim hamamlardan konuşulmuşsa, hamamlar arasında bir gizli bağ ve akrabalık var sayılmışsa, onları Cemal derhal şiirleştirmiştir. Bu, gerçeküstücülük gibi görülebilirse de bizimkisi, aslında, duygu ve görüntü sürrealizminden çok realite zorlamasıydı. Cemal’in şiirleri o zamanlar bir tema veya imaj etrafında dönerdi. Benimkiyse kesik kesik bir ruh ifşası gibi bir şeydi. Onun için, Cemal’in konuşulan konularla derhal ilişki kurması olağandı. Bendeyse, hayatın en yakın ve en uzak binbir esintisi kombine bir şekilde, son derece değişimlerle, sembollerle ve belli bir süre geçince şiire giriyordu. Kimi zaman iyice ertelenerek.”
Bunun için bir örnek veren Karakoç, hep aynı konuları konuştukları için, birbirlerine danışmadan sormadan sonradan buldukları birçok aynı şeyin olduğunu belirterek şöyle diyor: “Diyelim ben kütüphanede adı gotik harflerle yazılı Afrika adlı bir gazete gördüm. Onun verdiği çağrışımla Afrika adlı bir dergi çıkarmayı düşündüm. Afrika üzerine konuşup durduk. Nereye kadar? Bunu hatırlamak imkânsız. Her halde sömürgeciliğe değindik. Batılıların Afrika devletlerinin sınırlarını çizdiğini de konuştuk. Bir de bakarsınız Cemal: “Afrika dediğin bir garip kıta” diye yazmıştır bile şiirini. Benim şiirime girişi ise daha geç ve yavaş olur Afrika’nın. İşte bu örnek iki mizacı biraz belirler.”
Cemal Süreya, kendi şiirini başkasından son derece kıskanırken, yazılırken başkasının şiirini okumaktan da o kadar çekinmezdi. Karakoç, onun bu alışkanlığından adeta bıkmıştır: “Diyelim ben ‘üçgen’ konusuna kafamı takmış, üzerinde uğraşırken, bir de bakardım ki, Cemal ‘üçgen’li bir şiir yazmış. Gerçi benim düşündüğüm şiir başka türlü, ama o yazmış bir kere. Ve şiirde, anahtar kelime olan ‘üçgen’ geçmiş. Artık ben vazgeçerdim o şiiri yazmaktan.” Cemal Süreya aynı zamanda sevdiği ve beğendiği her şeyi başkasından alıp kendisine mal etme mizacında ve ustalığındadır. Beğendiğini almaktan ve alıntılamaktan kendini alamaz. Aldığını kendi üslubu içinde eritir ve bu durumu ancak bilen bilir. “Şiiri için her şey bir malzemedir onun için. Bir tespit, bir espri, hatta bir mısra, bir imaj.” Dolayısıyla “bulgucu” olarak tanımladığı Sezai Karakoç’tan çok şeyler aldığını, kendi üslubu içinde bunları yoğurduğunu anlıyoruz. Karakoç ise, yakınlıklarından dolayı, Cemal Süreya’nın kendi üslubu içinde erittiği ve belki de tanınmaz hale getirdiği mısraları tanıyor, bazen o tek mısra veya kelime üzerine kurduğu kendi şiirini feda edebiliyordu.
Sezai Karakoç’un dünya görüşü, daha ilk günlerden itibaren hiçbir sapma olmadan net olarak bellidir. Cemal Süreya’nınki ise fludur: “Sol görünüyordu. Ama küçüklüğünde Cihangir Camii minaresinden ezan okuduğunu söylüyordu. Hz. Ali’nin cenklerini o da benim gibi çocukluğunda okumuştu. O konular konuşuldukça duyarlığı gözlemlenebilirdi. Bir zaman Büyük Doğu’yu, Necip Fazıl’ı da okuduğunu söylüyordu. Fakat Orhan Veli akımının etkisindeydi iyice. Şiirse fikirden önce geliyordu onda. Ben sevmezdim Orhan Veli’nin tarzını, tutumunu, yani akımını. Serbest şiire geçişim sanılır ki, Orhan Veli akımının etkisiyledir. Gerçek hiç de öyle değildir. Ben, tüm dünya şiirinin serbeste geçmesi sebebiyle heceyi bırakmak zorunda hissettim kendimi. Benim şiirim tümüyle Orhan Veli şiirine karşı çıkıştır bir yanıyla gerçekte.”
Yeditepe ve Yaprak dergisini izleyerek Orhan Veli etkisinde kalan Cemal Süreya ile, Orhan Veli akımı içinde ortaya çıkan İlhan Berk ve başlangıçta halk şiirinden, turnalardan, güzellemelerden yola çıktığı halde İlhan Berk’in etkisiyle değişen Turgut Uyar’ın da, kendisi gibi, esasta dünya şiirinin etkisinde kalarak serbeste geçtiklerini, böylece yeni bir şiirin kurulduğunu belirten Karakoç, buna daha sonra “akım” dendiğini ve bir isim verildiğini söylüyor. Ancak Tercüme Dergisi Şiir Özel Sayısı’nın kendi şiir dünyamızın kurulmasında Orhan Veli akımından daha etkili olduğunu da ekliyor.
O günlerde Cemal Süreya hep, bir gün İslam’a gelebileceği umudunu vermiştir Sezai Karakoç’a. Sonraları da zaman zaman bu umut parlamıştır ama “sanki o tam size yaklaştığı anda, bir rüzgâr onu alıp götür”müştür.
“Zekâsı, gece gündüz şiirle yoğruluşumuz ve dünyama büsbütün kapalı olmaması, arkadaşlığımızın temel taşlarıdır diyebilirim. Ara sıra tartışsak bile bu, iplerin büsbütün kopmasına sebep olmazdı. Bir nevi yan yana akan iki su gibiydik. Hatıralarımız çoktur tabii ki. Meslek hayatında da daha sonra İstanbul’da bu arkadaşlığımız, konuşmalarımız, tartışmalarımız, uzaklaşmalarımız, küsmelerimiz, yeniden yakınlaşma ve barışmalarımız devam edip gitti” diyen Karakoç, ayrıca samimi olarak şunları da ekliyor: “Cemal’i severdim. İslâmda buluşmamızı can ve gönülden çok arzu etmekle birlikte bunun bir kader ve nasip meselesi olduğunu bilerek davranmışımdır.”
Yakınlık ve dostlukları uzun süre devam etmesine rağmen, Sezai Karakoç, bütün bu iyi niyetle karşıladığı yakınlığın biraz tek taraflı olduğunu farkediyor: “Cemal, rağbet solda olduğu için giderek iyice solculaşmış, birçok yıldan beridir elinden geldiğince bana karşı olumsuz tavrını ortaya koymuştur. Ancak bunu gizleyerek yaptığı için çoğu kimse farkına varamaz. Zeki olduğundan aldanabilir okur. Okurun şuuraltına hakkımda bir olumsuzluk tohumu atmayı tercih eder. Ben Cemal’in çarpıtılmış anı ve anektodlardan hareket eden değinilerine cevap vermedim. Yalnız Cemal’in değil, binlerceye varan bütün bu değinilere, 25 yaşımdan, yani 1958’den beri kim ne yazarsa yazsın hemen hemen hepsini cevapsız bıraktım. Yalan yanlış birçok şey yazdılar ve hâlâ yazmaktalar. Bunlara niçin cevap vermediğimi, 1958 tartışmalarımı anlattığım zaman yazacağım. Ancak Hatıralar, hatırlayabildiğim bu tür yazıların tümüne bir cevap olacaktır. Zaten hepsini hatırlayıp cevaplandırmam imkânsız. Hayatımın gerçeğini yazdığıma göre, buna zıt olarak söylenen ve yazılanları tekzip etmiş oluyorum ki bu da genellikle bu konudaki yanlışlıkları düzeltmek için yeterlidir.”
Başlarda anlatılanlar doğrultusunda gördüğümüz o çok olumlu arkadaşlığın bir hayal kırıklığı ile sonuçlanmasının nedenlerine kısaca dokunan Karakoç’un bu kırgınlıkta haklılığı çok açık biçimde görülüyor. Nitekim yine yukarda Cemal Süreya’nın Sezai Karakoç tasvirindeki (Karakoç’un kendisine bu kadar yakın ve sıcak davranışına karşılık) uzaklık, yer yer alay ve küçümseyici tavır da dikkat çekiyordu. İşte Karakoç’un, onunla ilgili nihai sözleri: “Cemal, zaman içinde, zekâsını kurnazlığa ve insan ilişkilerini bir iskambil kâğıdı gibi toplayıp dağıtma yönünde uzmanlaşmaya doğru kaydırdı. Bazı konularda çok duyarlı olan Cemal, dostluğun özü olan vefa, doğruluk, gerçeklik unsurlarını adeta kâle almaz bir tutumun içine girdi zamanla.” Bunların yazıldığı tarihte, Cemal Süreya’nın henüz hayatta olduğunu hatırlatalım.