Sezai Karakoç’un Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki bir diğer arkadaşı Mehmet Şevket Eygi’dir. Eygi, Sezai Karakoç’la yaşıttır, fakat fakülteye ondan iki yıl sonra, yani Karakoç üçüncü sınıftayken gelmiştir.
Karakoç bunun nedenini şöyle anlatır: “İkimiz de 1933 doğumluyuz. (..) ben fakülteye bir yıl küçük yaşta başlamıştım. Ayrıca Galatasaray lisesinde hazırlık sınıfı olduğundan bir yıl fazla okuyorlardı genel liselere göre. İşte Şevket’in, aynı yaşta olmamıza rağmen, iki yıl sonra SBF’ye gelmesinin sebebi bu.”
Karakoç bu yılda, özellikle üstad Necip Fazıl’la, eğer gelmişse görüşmek için Osman Yüksel Serdengeçti’nin yayınevine gidiyor ara sıra. Bu ziyaretlerinden birinde, lise öğrencisi görünümünde sevimli, tombulca bir gencin de orada olduğunu görüyor. Necip Fazıl ve Osman Yüksel’le birlikte Sezai Karakoç bir yere gittiklerinde o da yanlarında geliyor. “Üstadın yanında pek konuşmamakla birlikte Osman Yüksel’le birlikte biz yalnızken durmadan konuşuyor, Osman Yüksel de, ‘sus, yahu’ falan demiyor. Üzerimde bıraktığı izlenim, biraz şımarık, çokbilmiş bir lise son sınıf öğrencisi olduğu yolunda.” (Diriliş, Hatıralar, Dönem: 7, Sayı: 51, 7 Temmuz 1989)
Buradaki karşılaşmaları tanışmaları için bir neden oluşturmuyor. Birbirlerine bir ilgi de göstermiyorlar belki de. Ama bir gün fakültede, merdivenlerde karşı karşıya geliyorlar. “Serdengeçti’de rastladığım, ama hiç konuşmadığımız, benim varlığımın farkında değilmiş gibi davranan arkadaş olduğunu anladım. ’Ya! Siz burada mıydınız?’ dedi. Ben de, ‘demek siz de bizim fakülteye geldiniz’ dedim. Hemen arkadaş olduk.”
İki arkadaş okulda, Karakoç’un “Mermer Salon” dediği, fakülte kısmının geniş alt salonunda yan yana gidip gelerek konuşurlar. Galatasaray Lisesinden mezun, namaz kılan, oruç tutan, islami hassasiyet taşıyan bir öğrenci o zaman için son derece nadir biri demekti. Ancak Şevket Eygi, yaradılışındaki ürkeklik dolayısıyla bu yanını gizleyen, buna rağmen de bazı çevrelere rahatlıkla girip çıkan biridir. İstanbul’daki Müslüman hassasiyet taşıyan çevrelere girip çıkmış olduğu anlaşılmaktadır. Osman Yüksel’in yanında son derece serbest, çocuksu bir şekilde konuşkan, Necip Fazıl’ın yanında ise, dikkatli olmakla birlikte yine serbest, arasıra konuşmaktan ya da bir şey söylemekten kendini alıkoyamamaktadır. Eygi’nin, Serdengeçti dergisine gelmesinin Necip Fazıl’la değil, Osman Yüksel’le ilgili olduğu anlaşılıyor. Karakoç onun İstanbul’da Sebilürreşad dergisini yeniden çıkaran Eşref Edip’le görüştüğünü belirtiyor. “Şevket, ideal olarak, Sebilürreşad’ı görüyordu o zamanlar. ‘Bana verse de Sebilürreşad’ı çıkarsam ilerde, fakat vermez’ diyerek umutsuzluğunu belirtirdi. Necip Fazıl’ı tehlikeli bulurdu. Benim durumumu eleştirmemekle beraber, tasvip ettiğini de söylemezdi.”
Karakoç, ansiklopedik kültürüyle dikkati çeken Eygi’nin bir gün üstad Necip Fazıl konuşurken, üslubu gereği adını anmadan ima yollu bir olaydan söz ettiğini, Eygi’nin hemen “Pearl Harbur” diye atıldığını anlatıyor, onun mizacının bir göstergesi olarak. Necip Fazıl da onun bu ataklığını “aferin” diyerek takdir ediyor. Buna karşılık üstadın sohbetlerinde Sezai Karakoç genellikle konuşmuyor ve soru sormuyor, sadece dinliyor. “Bütün eserlerini ve Büyük Doğu’ları ve hakkında yazılmış hemen hemen her yazıyı okumuş bulunmakla beraber, bunları hiç söylemez ve belirtmezdim. Şiir yazdığımı, hatta bir şiirimin Büyük Doğu’da çıktığını da söylemezdim. Ancak çok zaruri hallerde, bir konuda bir ismin akla gelmemesi hallerinde gereken kelimeyi hatırlatırdım. Mesela, bir gün N. Fazıl Bey, düşünceleri de, özel bir ses tertibiyle ayrıca vermek şeklinde bir tiyatro eseri düşündüğünü, bunu Muhsin Ertuğrul’a açtığını, onun da Amerika’da bunu düşünmüş bir yazar bulunduğunu söylediğini ifade edince, ben o yazarın O’Neil olduğunu, eserlerinden birkaçında düşünceleri ayrı punto ile belirttiğini, bu eserlerden birinin ‘Araya giren garip oyun’ adlı piyes olduğunu söyledim. Ve İngilizce adını da belirttim. Üstad, takdir makamında, ‘hayret’, demişti, ‘senin bilmediğin yok.’ Bense klasiklerde bu eserin çevrilerek yayınlandığını belirtmekle yetinmiştim. Genellikle sustuğumdan, kendisi de nadiren ibraz ettiği bu takdirlerini unuttuğundan, sanırım hakkımdaki bilgisi ve kanaati uzun sürede teessüs etmişti Üstadın. Bunu bir yazısında belirtmiştir. Şevket’se kendini hemen fazlasıyla ortaya sürmesini bildiğinden kısa zamanda her yerde göze çarpmıştır. Fakat N. Fazıl’la sürekli teması olan ben olduğumdan yine de herkesçe yakınlığımız tartışmasız kabul edilirdi.” (Diriliş, Hatıralar, Dönem: 7, Sayı: 52, 14 Temmuz 1989)
Sezai Karakoç, Şevket Eygi’yi genel yapı olarak düşünceye yatkın olmayan, bir fikri sonuna kadar izleme veya götürme sabrı taşımayan, konuşmanın bir noktasından sonra işi şakaya döken birisi olarak tasvir eder. “Klasik Fransız kültürünü daha çok ders kitaplarından elde etmişti. Rebelais’nin Gargantua’sını sever, La Fontaine’i bilirdi. Galatasaray’da iken yıllarca kütüphanede görevli öğrenci olmuş bulunduğundan ansiklopedileri, kitapları biraz karıştırmıştı. Ama hiç de insana oturup da bir kitabı baştan sona okuduğu ve okuyacağı intibaını vermiyordu.”
İkisi de farklı kişiliklere sahip iki arkadaşı, Cemal Süreya ile M. Şevket Eygi’yi SBF yıllarında tanıyan, onlarla arkadaşlığını daha sonra da sürdüren Sezai Karakoç, ikisi hakkında genel değerlendirmelerde de bulunur. Cemal Süreya sanat, meslek ve arkadaşlık ilişkisini sürdürdüğü sınıf arkadaşı, M. Şevket Eygi ise, İslâmi cephesi, bu alandaki faaliyetleri ve yine arkadaşlıkları sebebiyle yakınlıklarının devam ettiği kişilerdir. “Cemal bazı konularda duyarlıklıdır. Ama genellikle sınırlı bir arkadaşlığı olduğunu zaman içinde anlamışımdır. Şevket de öyle. Hatta fazlasıyla. Şevket en yakın arkadaşlık gösterisi içinde bile bir yerde durur. Yaratılıştan böyledir ama, Galatasaray bu eğilimi oldukça artırmıştır. Herhalde bu okul öngördüğü kişilikte her şeyi akılla açıklama alışkanlığını vermekte öğrencilere. Çıkar duygusu ön plandadır hep. Şevket Galatasaray’dan, Cemal Haydarpaşa Lisesinden mezundu. Bu iki arkadaşta da bambaşka şekillerde ego baskındı. Bunu okudukları liseye borçluydular demek abartma olur. Ancak anlaşılıyor ki, okudukları liseler, onların bu yanlarını düzelteceğine artırmıştı. Çünkü genellikle böyle bir eğilim gözlemlemişimdir bu liselerin mezunlarında. Ama, şimdi artık tüm aydınlara yayıldı rasyonalizm iddialı ego-santrisizm. Diğergâm kişiler halkta çoğunlukta. Türkiye’nin ana dramı burada. İstisnai kişilikler her zaman olmuştur. Ama genellikle bu okullar, çıkarını çok iyi bilen, kendilerine yontan, feragat ve fedakârlığa yanaşmayan Batıcı tipler yetiştirmişledir.”
Cemal Süreya, maddi çıkarına önem vermeyen yapısına karşılık sanatı ve şöhreti açısından, yalan dahil, tasvibi mümkün olmayan birçok vasıtayı kullanmaktan çekinmeyen birisidir. Şevket Eygi ise, parayı çok sever; girişilen iş idealle ilgili bile olsa, o hep kendi açısından yaklaşır. “’Benim’ kelimesi kapital kelimelerinden biridir Şevket’in.”
Sezai Karakoç’un arkadaşlıkla ilgili görüş ve yorumları da, bir düşünürün imbiğinden geçmiş hayat deneyimini göstermesi bakımından önemlidir:
“Hayat, her birimiz için ve her bakımdan yıllar boyu sürüp giden bir imtihandır. En büyük imtihanı da dostluklar ve arkadaşlıklar geçiriyor. Ben şahsen, tanıdığım ve tanıştığım herkesle candan arkadaşlık kurmuş ve bunu ne pahasına olursa olsun korumak istemiş, ipler hep kopma noktasına geldiğinde yeniden bağlamaya özen göstermiş, bu konuda dikkat sahibi olmaya gayret etmişimdir. Denebilirse Anadolu ruhunu, sadakatli olma ruhunu taşımayı hayat memat meselesi bilen biriyim. Ancak, yıllar geçince bu tavrın tek taraflı olduğu ortaya çıkıyor. Artık ne yaparsanız yapın, o kadar yakınlıkla, arkadaşlıkla karşıladığınız dostlarınızın size ve herkese karşı kalbi soğuklukla dolu kişiler olduğu gerçeğini görmekten kendinizi alamıyorsunuz.
Ne yazık! Siz istiyorsunuz ki, arkadaşlıklar, dostluklar, kardeşlikler ebedi olsun, dostlar birbirine karşı hiç değişmesin. Gelen ne ve değişen ne olursa olsun, insanlar hep aynı kalsın. Fakat sizin istediğinizi hayat istemiyor. Sizin dediğinizi hayat demiyor. Sizin özlediğinizi, çağ gerçekleşmekten alıkoyuyor. Zaman, şu veya bu şekilde oluşmuş biraraya gelişleri tarumar ediyor. Gönüllerin gerçek birliği dışındaki geçici buluşma ve yakınlaşmaların foyasını meydana çıkarıyor zaman.
Hayatın güzel çizgileri ve gözalıcı renkleri, trajik olanı tümüyle örtüp gizleyemiyor.”